Kategoriler
Siyaset

Veba Günlükleri-IV

Daniel Defoe, 1665’te Londra’da yaşanan veba salgınını anlattığı “Veba Günlükleri” adlı kitabında, vebadan ölenleri taşıyan John Hayward adında bir kişiden bahseder. Hayward, veba geçtikten sonra 20 yıl daha yaşamıştır. Defoe’nun anlattığına göre John Hayward ağzında sarımsak ile sedefotu tutmak ve tütün dışında vebaya karşı hiçbir koruyucu yöntem kullanmamıştı. Karısı önlem olarak başını sirkeyle yıkıyor, başlığını da her zaman sirke serperek nemli tutuyor ve ağzını sirkeye batırılmış bir mendille örtüyordu. (Anlatılan doğru mu bilinmez ancak sirke ve sarımsağın hastalıklardan koruyucu özelliğine bugün de dikkat çekildiğine görüyoruz.)

Daniel Defoe, 1665’te Londra’da yaşanan veba salgınını anlattığı “Veba Günlükleri” adlı kitabında, vebadan ölenleri taşıyan John Hayward adında bir kişiden bahseder. Hayward, veba geçtikten sonra 20 yıl daha yaşamıştır. Defoe’nun anlattığına göre John Hayward ağzında sarımsak ile sedefotu tutmak ve tütün dışında vebaya karşı hiçbir koruyucu yöntem kullanmamıştı. Karısı önlem olarak başını sirkeyle yıkıyor, başlığını da her zaman sirke serperek nemli tutuyor ve ağzını sirkeye batırılmış bir mendille örtüyordu. (Anlatılan doğru mu bilinmez ancak sirke ve sarımsağın hastalıklardan koruyucu özelliğine bugün de dikkat çekildiğine görüyoruz.)


Defoe’nun veba salgını olan Londra hakkında yaptığı başka bir tespit, vebanın yoksulları vurduğudur.  Bu yoksullar, ne kadar tehlikeli olursa olsun, neredeyse hiç önlem almadan hastalara bakmak, kapalı evlere göz kulak olmak, hastaları veba evine nakletmek, ölüleri mezarlarına taşımak gibi bulabildikleri her işi yapmaktadırlar (s. 87). Ancak Defoe’ya göre bu yoksulların önlem almalarını sağlamak neredeyse imkansızdı. Yazdığına göre hastalığa yakalandıkları zaman ağlayıp inliyorlar, fakat sağlıklıyken kendilerine zerre kadar dikkat etmiyorlardı. Defoe şöyle söylediklerini aktarır: “Tanrı’ya güvenmekten başka çarem yok”, “benim de sonum bu”, “Ne yani, ne yapayım? Aç mı kalayım?”, “Vebadan ölürüm daha iyi. İşim yok, ne yapabilirim?, “Ya bunu yapacağım ya da dileneceğim” (s.204).

Köylerde yaşayan yoksul insanlara ise yiyecek getirilip belli bir mesafede bırakılıyor, yanlarına fazla yaklaşılmıyordu. Öldüklerinde bir çukur kazıldıktan sonra ucuna kanca takılmış uzun sırıklarla çekilerek kazılan çukurlara atılıyordu. Çukurlar toprakla örtülürken görevli kişiler, ölünün kokusu gelmesin diye rüzgarın ters yönünde durmaya da dikkat ederlerdi.

Londralıların bir kısmı, nehirdeki gemilere gitmişlerdi. Ancak bazıları gemilere kaçmakta geç kalmış, gemiye varmadan önce kıyıda fazla zaman geçirmişler, böylece iş işten geçmiş, farkında olmasalar bile hastalığı beraberlerinde taşımışlardı (s.108). Varlıklı olanlar gemilere, daha yoksul olanlar da mavnalara, balıkçı teknelerine, küçük balıkçı kayıklarına çekilmişlerdi. Zenginler için gemide yaşam çok zor değildi. Çünkü gemilerden ip uzatıyorlar ve parayla tuttukları kişiler onlara ihtiyaçlarını getiriyordu.

Defoe, salgın sırasında en çok zorluk yaşayan kesimin hamile kadınlar olduğunu söyler. Doğum zamanı geldiğinde  kimseden yardım alamıyorlardı; ne komşu kadınlar, ne ebeler yanlarına yaklaşıyordu. Çoğu ebe zaten ölmüştü, kalanların çoğu da taşraya kaçmıştı. Yüklü bir para ödeyemeyen yoksul kadınların ebe bulması neredeyse imkansızdı. Defoe, “bunun sonuncunda akıl almaz sayıda kadın büyük ıstırap çekti” demektedir. Sadece Londra’da lohusa iken ya da doğum sırasında ölen kadınların toplam sayısı altı ayda 1247’dir. Bu noktada, Defoe, “bu kentte tekrar bir salgın baş gösterirse imkan bulabilen bütün hamile ve emziren kadınlar kentten ayrılmalı, çünkü hastalandıkları takdirde herkesten çok, çok daha fena perişan olacaklar” demektedir (s.114).

Bundan başka, bütün kedi ve köpeklerin öldürülmelerinin emredildiğini de öğreniyoruz. Evden eve, sokaktan sokağa dolaştıkları için bu hayvanların tüy ve kıllarıyla hastalığı bulaştırdıklarını söyler. Zaten Londra’da kedisi olmayan evin yok denecek kadar az olduğunu da belirtir. Yaklaşık olarak 40.000 köpek ve onun beş kan kedinin öldürüldüğünden söz eder (s. 117).

O dönemde şöyle bir etik problem de yaşanır. Londra’yı terk ederek diğer şehirlere gitmek isteyen insanlar, bu şehirlerde şiddet ve kötü muameleyle karşılaşırlar. Diğer şehirler, hastalık bulaşması korkusuyla Londralıları kabul etmezler. Bu noktada, Londra’ya dönüp ölmek ya da zor kullanarak komşu şehre girmek arasında bir tercih söz konusudur (s.119). Bir Londralı şöyle der: “Hiç kimseden zorla bir şey almak niyetinde değilim, ama …o kentin beni aç bırakıp öldürmeye hakkı var mı?” (s.119-120).

Londralıları diğer şehirlerdeki insanların kabul etmemesinin en önemli nedeni, sağlıklı gibi görünen ancak hastalığı taşıyan kişilerin varlığıdır. Dolayısıyla şehrin kapısına gelen bir kişinin görünüşünden, hasta olup olmadığı hemen anlaşılamazdı. Defoe’nun yazdığına göre “bu insanların soluğu her yerde ve onlara yaklaşan herkese ölüm saçıyor, giysileri hastalığa yuva oluyor, elleri hele sıcak ve nemliyse dokundukları her şeye hastalığı bulaştırıyordu ki genellikle terleme eğilimi gösteriyorlardı” (s.186). Bazıları kötü olduklarını hissedince evlerine gitmeye çalışıyor ancak  bazen kapıda bazen de içeride ölüyorlardı. Defoe şöyle der: “Bu insanlar tehlikeliydi, sağlıklı insanların korkması gereken kişiler bunlardı, ama diğer taraftan saptanmaları da olanaksızdı” (s.186).

Kitapta dikkat çeken bir nokta da cenazeler arttıkça insanların çan çalmaktan, yas tutmaktan, ağlamaktan, siyah giymekten vazgeçmeleriydi. Defoe’nun yazdığına göre salgının şiddeti o kadar artmıştı ki insanlar evlerini kapatmayı bırakmışlardı. Sokaklar bomboştu. Evlerin çoğu tamamen terk edilmiş hatta kapıları açık bırakılmıştı. Defoe’nun söylediğine göre insanlar korkularına yenilip bütün düzenleme ve yöntemlerin faydasız olduğunu düşünmeye başlamıştı. Her şeyden ümit kesilmişti. Defoe, bu ümitsizliğin 3-4 hafta süren olumlu bir etkisinden söz eder. Şehirde kalan insanlar artık evlerinde durmuyor, her yere girip çıkıyor ve birbirleriyle konuşuyorlardı. Kiliseler kalabalıklaşmaya başlamıştı. “Sana nasıl olduğunu sormayacağım, nasıl olduğumu da söylemeyeceğim, hepimizin gidici olduğu kesin, öyleyse kimin hasta, kimin sağlıklı olduğu önemli değil artık,” diyor ve umutsuzca her yere, her insana koşuyorlardı. Artık kimin yanına veya uzağına oturduklarına, kimin nasıl koktuğuna veya göründüğüne dikkat edilmiyordu. Çünkü zaten herkes ölecekti. Defoe’ya göre veba bir yıl daha sürseydi “bütün farklılıkları ortadan kaldıracak, ölümle veya ölümcül hastalıklarla yüz yüze gelmek içimizdeki kini temizleyecek, aramızdaki düşmanlığı yok edecekti”. Kilise bile muhalifleri arasına alıyordu.

İşte tam da bu en ümitsiz noktaya ulaşıldığında salgın sürpriz şekilde şiddetini azaltmaya başladı.

Dr. Hümeyra Türedi

Yararlanılan Kaynaklar:

Defoe, Daniel (2016). Veba Yılı Günlüğü, İstanbul: İş Bankası Yayınları.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir