Kategoriler
Siyaset

Travma ve Kimlik: Almanya’da Hava Bombardımanlarının Toplumsal Belleğe Yansıması

Susanne Vees-Gulani’nin Trauma and Guilt: Literature of Wartime Bombing in Germany (2003) adlı çalışması, II. Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın maruz kaldığı hava bombardımanlarının toplumsal, psikolojik ve edebi boyutlarını derinlemesine inceler. Yazar, savaş sonrası Almanya’sında sessizlik, suçun inkarı ve yeniden inşa süreci üzerinden travmanın bireysel ve kolektif bellekle ilişkisini kurar.


Travma Teorileri ve Post-Travmatik Dönem

Son yıllarda travma çalışmaları, sosyal bilimlerde ve edebiyatta önemli bir alan haline gelmiştir. Bu çalışmalar arasında dikkat çeken Shoshana Felman, Dori Laub ve Cathy Caruth gibi teorisyenler, travmanın yalnızca bireysel bir deneyim olmadığını, toplumsal ve kültürel bir boyuta da sahip olduğunu vurgulamışlardır. Bu çalışmalara göre travma, bilinçli ya da bilinçsiz tüm yaşamımızı tanımlarken, dünyayı nasıl gördüğümüzü ve onun nasıl yorumladığımızı da tanımlar. Caruth, travmanın bilinç dışında etkisini sürdürdüğünü ve bu deneyimin bireyler arasında “bulaşıcı” bir şekilde aktarılabileceğini belirtir. Başka bir ifadeyle, travmayı şahsen hiç yaşamamış olsa bile, eğer travma yaşayanlarla iletişim bir şekilde devam etmekteyse, bu durum travmayı yaşamayanların hayatını da etkilemektedir. Böylece sonraki nesiller de post-travmatik kültürün birer parçaları haline gelir. Bu yaklaşımlar, Almanya’daki hava bombardımanları gibi kitlesel travmatik olayların, sadece yaşayanları değil, sonraki kuşakları da etkileyebileceğini gösterir.

Almanya’da Sessizlik ve Yeniden İnşa

Susanne Vees-Gulani’ye göre savaş sonrası Almanya’sında halk, çoğu zaman Nazi suçlarıyla yüzleşmeyi reddetmiş, bunun yerine ekonomik sıkıntılara ve fiziksel yeniden yapılanmaya odaklanmıştır. Batı Almanya’da, 1950’lerde Konrad Adenauer’in politikaları, Nazi dönemindeki suçların görmezden gelinmesini desteklemiş; bu durum kamuoyunda geniş karşılık bulmuştur.

Theodor Heuss’un cumhurbaşkanlığı döneminde, kamuoyunun önünde yürütülen tartışmalar ve açık oturumlar demokratik kültürün gelişmesine katkı sağlar. Ancak, Şansölye Konrad Adenauer döneminde Almanya’da sessizliğin ve unutmanın teşvik edildiği bir siyasal atmosfer benimsenir. Nazi rejiminin parçası olmuş geniş bir toplumsal kesimin yeniden devlet kurumlarında görev almasına izin verilir. Adenauer’e göre, bu yaklaşım, toplumsal entegrasyonu sağlamak ve demokrasinin işlemesi açısından zorunludur. Bu anlayış doğrultusunda, geçmişte işlenen suçların unutulmasına ve affedilmesine göz yumulur.

Adenauer’in bu politikası, Alman halkı tarafından da büyük oranda desteklenir. 1951–1952 yıllarında yapılan bir ankette, Almanların yalnızca %4’ü Üçüncü Reich döneminde yapılanları Almanya’nın suçu olarak görmektedir.

Doğu Almanya ise savaşın sorumluluğunu Batı’ya atarak kendisini “anti-faşist” bir kurucu mit ile meşrulaştırmıştır.

Alexander ve Margarete Mitscherlich’ın The Inability to Mourn kitabında belirttiğine göre Almanya’daki mimari yeniden inşa süreci, aslında psikolojik bir kaçınmanın göstergesidir. Goethe’nin Frankfurt’taki evi gibi sembolik yapıların yeniden yapılması, ulusal kimliğin yeniden inşasına yönelik bir adım olarak değerlendirilmiştir.

Frankfurt, tarihte neyin hatırlanacağı ve neyin unutulacağı konusundaki çatışmaların dikkat çekici bir örneğidir. 1944 yılında gerçekleşen hava saldırısında, Goethe’nin doğduğu ev yıkılmıştır. 1947’de evin yeniden inşasına karar verilmiş, 1951 yılında tamamlandığında ise gazetelerde yayımlanan fotoğraflarda, yıkıntılar ve molozlar arasında yükselen Goethe’nin yeni evi dikkat çekmiştir. Bu görsel, halkın ulusal kimliğe verdiği önemin güçlü bir simgesi olarak yorumlanabilir.

Goethe’nin evinin yeniden inşası, yalnızca barınma ya da çalışma alanlarının değil, aynı zamanda tarihsel ve kültürel mirasın da ulus açısından ne kadar değerli olduğunu göstermektedir. Bu tür kültürel alanların restorasyonu, yakın geçmişin travmatik deneyimlerini reddetmenin ya da aşmanın bir sembolü haline gelmiştir.

Kültürel kimlik, belirli yerler ve mekânlarla sıkı biçimde bağlantılıdır. Şehirdeki yapılar, toplumsal hafızanın taşıyıcılarıdır ve toplumun kendini tarihî değerler üzerinden tanımlamasına olanak tanır. Goethe’nin evi gibi diğer kültürel miras öğelerinin yeniden inşa edilmesi, Alman ulusunun yok olmadığı anlamına gelmektedir.

1960 Sonrası Yüzleşme Çabaları

1960’lardan itibaren Nazi geçmişi ile yüzleşme daha şiddetli bir şekilde tartışılmaya başlamıştır. Brandt ve takipçileri, geçmişteki suçlar ile ilgili toplumsal sorumluluğun kabul edilerek, bu suçlar için duyulan üzüntüyü vurgulamak gerektiğine inanırlar. Bu bağlamda, Willy Brandt’ın 1970’teki Varşova Gettosu anması esnasında diz çökmesi simgesel bir jest olarak kabul edilebilir. Ancak bu yüzleşme, büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Helmut Kohl gibi liderler, “tarihi sorumluluğunda payı olmayan” nesillerin geleceğe yönelmesi gerektiğini savunurken, dönemin Cumhurbaşkanı Richard von Weizsäcker, Alman kimliğinin yüzleşme ve tövbe üzerine kurulmasını savunmuştur.

1980’lere gelindiğinde, Almanya’da geçmişle yüzleşme sürecinde önemli bir mesafe kat edilmiştir. Toplum, geçmişle hesaplaşmayı artık yalnızca bir tarihsel sorumluluk değil, kolektif kimliğin inşasının ve bireysel ahlaki gelişimin bir parçası olarak görmeye başlamıştır. Ancak, savaştan kırk yıl sonra bile bu sürecin beraberinde getirdiği sessizliğin bozulması toplumsal çatışmalara ve psikolojik dirençlere yol açmıştır.

Genç kuşak, bir yandan geçmişin tüm gerçeklerini öğrenmek istemekte, bir yandan da bu tarihsel yükü bireysel olarak taşımak istememektedir. Birçok kişi, geçmişteki suçları tarihin bir parçası olarak kabul etmekle birlikte, bu suçların günlük hayatlarını belirlemesini ya da kimliklerinin merkezine yerleşmesini istemez.

Bu yaklaşımın politik temsilcilerinden biri, Şansölye Helmut Kohl’dür. Savaş sona erdiğinde 15 yaşında olan Kohl, kendisinin nasyonal sosyalizmin yükselişinden sorumlu tutulamayacağını dile getirmiştir. Bu görüşünü, 1980’lerin ilk yarısında yaptığı İsrail ziyareti sırasında da yinelemiştir. Ona göre, suç işlemiş kuşakla, henüz çocuk olanlar veya daha doğmamış kuşaklar arasında ayrım yapılmalı, böylece yeni bir Alman kimliği inşa edilebilmelidir. Bu yaklaşım, tarihsel yüklerden arınmış, geleceğe bakan bir ulusal kimlik inşasının başlangıcı olarak görülmüştür.

Öte yandan, dönemin Cumhurbaşkanı Richard von Weizsäcker, geçmişle yüzleşmede çok daha etik merkezli bir yaklaşımı savunmuştur. Ona göre, kimlik inşası ancak tövbe, pişmanlık ve ahlaki sorumluluk bilinci üzerine kurulabilir. Geçmiş ne unutulmalı ne de yeniden yazılmalıdır; üzerine dikkatle bakılmalı ve hafızada canlı tutulmalıdır ki aynı hatalar tekrarlanmasın.

Hava Saldırılarına Dair Sessizlik

Savaş sırasında, sadece diğer ulusların değil Alman halkının da acı çektiğini unutmamak gerekir. Nitekim Müttefiklerin hava saldırıları neticesinde Berlin, Dresden, Frankfurt gibi şehirler neredeyse yok olmuştur. Ancak Almanya’nın savaş sırasında yaşadığı hava bombardımanları, Almanya’da uzun yıllar tabu kabul edilmiş, bu konuda yazmak ve konuşmak siyasi baskıya maruz kalmıştır. Edebi metinlerde bu travmanın dile gelişi sınırlı kalmış, bu yüzden yabancı yazarlar bu alanda daha serbest ve etkili olmuştur. Bu noktada, Vees-Gulani, travmanın edebiyat aracılığıyla aktarılmasının, bireysel ve kolektif hafızanın şekillenmesinde belirleyici olduğunu savunmaktadır. Ona göre, hava saldırılarında çekilenler nedeniyle bazı Almalar kendilerini kurban olarak görmekte, bazıları hiç konuşmamakta, bazılarıysa unutmayı tercih etmektedir. Ancak yaşanılan bu travma üzerine düşünülmeli ve daha fazla araştırma yapılmalıdır.

Vees-Gulani’ın çalışması, Almanya’nın savaş travmasıyla ve Nazi geçmişiyle yüzleşmesini tarihsel, politik ve edebi boyutlarda değerlendiren çok katmanlı bir analiz sunar. Travmanın bireysel olduğu kadar kültürel bir deneyim olduğu görüşü üzerinden, Almanya’nın suç, mağduriyet, kimlik ve yeniden inşa süreçleri arasındaki gerilimleri edebi eserlerle birlikte değerlendirir. Bu bağlamda, travmanın sadece bir geçmiş meselesi olmadığı, günümüz kimlik tartışmalarında da etkili olduğu anlaşılmakta, hafızanın inşasında edebiyatın rolü yeniden vurgulanmaktadır.

Dr. Hümeyra Türedi

Not: Aşağıda Dresden’deki Frauenkirche adlı 18. yüzyılda inşa edilmiş barok tarzda bir Protestan kilisesinin fotoğraflarını görmektesiniz. Ancak 13-15 Şubat 1945’te gerçekleşen Dresden bombalaması sırasında ağır hasar almış ve çökmüştür. Bombardıman sonrasında sadece enkazı kalmış, Doğu Almanya döneminde savaşın bir sembolü olarak yıllarca dokunulmadan bırakılmıştır. Almanya’nın birleşmesinden sonra, 1994-2005 yılları arasında uluslararası bağışlarla ve orijinal taşları kullanarak aslına uygun şekilde yeniden inşa edilmiştir. 2005’te halkın ibadetine açılmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir