Kategoriler
Eğitim

Medreselere yapılan haksızlık!

Eğitim, sosyal yaşamdan ve dünyadaki gelişmelerden bağımsız bir olgu değildir. Dolayısıyla herhangi bir ülkenin geçmişteki eğitim sistemini değerlendirilirken, sistemi bugünkü değil o günkü şartlara bakarak değerlendirmek gerekmektedir. Bu mantık çerçevesinde, Osmanlı dönemindeki eğitim değerlendirilirken, o günün şartları dikkate alınmalıdır.

Eğitim, sosyal yaşamdan ve dünyadaki gelişmelerden bağımsız bir olgu değildir. Dolayısıyla herhangi bir ülkenin geçmişteki eğitim sistemini değerlendirilirken, sistemi bugünkü değil o günkü şartlara bakarak değerlendirmek gerekir. Bu mantık çerçevesinde, Osmanlı dönemindeki eğitim değerlendirilirken, o günün şartları dikkate alınmalıdır.


Bugün, Osmanlı dönemindeki medreseleri eleştiren, bu mekanları “falaka yuvası” olarak göstermek isteyen kişilerle karşı karşıyayız. Medreseleri, caminin yanında küçük karanlık bir oda olarak tanıtmak isteyenlerin, medresedeki eğitim sisteminin gelişmişliğini araştırmalarını öneririm. Medrese denildiğinde, hocaların atanmalarından öğrenci seçimlerine, yatakhane yapımından ödenen ücretlere kadar detaylı bir eğitim sisteminden bahsedildiğini unutmamak gerekir ki bu sistemin örneklerinden biri olan Nizamiye Medreseleri Osmanlı’dan da önce Büyük Selçuklu döneminde kurulmuştur.

Medreseleri eleştirenlere diğer bir öneri, aynı dönemde diğer ülkelerdeki eğitimin durumuna bakmaları olacaktır. Örneğin, bugün hayranlıkla örnek olarak gösterilen İngiliz eğitiminin, dönemin Osmanlı eğitim sisteminden daha iyi olduğunu söylemek mümkün değildir. Kraliçe Viktorya Dönemi İngilteresinde küçücük çocukların madenlerde çalıştırıldığı görmezden gelinmekte ve Osmanlı eğitim sistemi bugünün terminolojisiyle değerlendirmeye tabi tutulmaktadır.

Bu şekilde, salt Batı hayranlığıyla kendi geçmişini karalamak doğru bir yaklaşım değildir. “Batı”da her yapılanın “doğru” ve “üstün” olduğu düşüncesinin yanlışlığı, gerçekler incelendiği zaman ortaya çıkmaktadır. Yukarıdaki İngiltere örneği devam ettirilecek olursa, özellikle Kraliçe Viktorya (1819-1901) döneminde Endüstri devrimiyle beraber pek çok çocuğun bir fabrika çalışanı haline geldiğini söylemek bir abartı olmayacaktır. Bazı çocukların çalışmaya başlama yaşı ise beştir. Çocuklar fazla para kazanamaz ancak fakirlik öyle dehşet vericidir ki kazandıkları para, onların en azından biraz yiyecek almalarını sağlamaktadır.

Kömür madenleri tehlikeli yerler olmasına rağmen çocuklar yine de buralarda çalıştırılmışlardır. Bu dönemde küçük çocuklar madenlerde, kapı açıcı olarak çalışmış, vagonların geldiğini işitince, ellerindeki kapıya bağlı ipi çekerek kapının açılmasını sağlamışlardır. Bu kolay bir iştir ancak bulundukları yer; yalnız, havasız, karanlık, dar ve rutubetlidir. Nihayet 1842’de çıkarılan Maden Yasası ile ergenlik çağına ulaşmamış erkek ve kızların madenlerde çalışması yasaklanır ancak Yasa’nın pratikte uygulanmasının sağlanması için daha çok vakte ihtiyaç olacaktır. Bu yazının başındaki resim, 1842 yılına ait bir rapordaki çizimdir. Raporda 6 yaşındaki bir çocuğun günde 14 saat çalışarak 250 kg kömürü resimdeki gibi taşımasının beklendiği yazmaktadır.

Daha büyük çocuklar ise sırtlarında sepetlerle kömür taşımışlardır. Binlerce çocuk madenlerde çalışırken, bir o kadarı da pamuk fabrikalarında çalışır. 1832’de yasaklanmasına rağmen, özellikle baca temizliğinde 5 ile 10 yaş arası çocuklar tercih edilmekteydi. Bu dönemde ağır şartlarda çalışan çocukların, kimyasal zehirlenme, yetersiz beslenme ve çeşitli kanser türlerinden öldükleri bilinmektedir. Tüm bu örnekler ortadayken, Romantik ya da Viktorya dönemi yazarların çocuk işçiliğine verdiği sempatik görüntüye aldanmamak gerekir.

Acı olan nokta, o dönemde özellikle fakir çocukların gidebileceği bir okul olmamasıdır. Ne zamanki, üst sınıflar alt sınıf işçilerin davranışlarındaki kabalıklardan rahatsız olmaya başladılar işte o zaman, çocukların eğitileceği okulların açılmasına karar verilmiştir. O vakte kadar ülkede hakim olan düşünce, işçiye okuma yazma öğretmenin pek de bir faydasının olmayacağı mantığından hareket etmekteydi. Fransa’da alt sınıfların yaptığı ihtilal de bu sınıfların cahil bırakılmasına başka bir neden teşkil etmekteydi. Kilise de ahlaki çöküntüye engel olabilmek için okulların gerekliliğine inanmaya başladıktan sonra yoksul kesim için okullar kurulmaya başlanır.

1850’lerin sonuyla beraber, birçok dini grup ve hayırsever, çok az miktarda para karşılığında yoksul çocukların okutulması için okul kurmaya başlar. Bu dönemde kuruluş sebepleri ve verdikleri eğitim farklı olan pek çok okul olmasına rağmen bu okullardan Sunday Schools ( Pazar Okulu) 1851’de iki milyondan fazla çocuğun devam ettiği bir okul haline gelmiştir. Çünkü bu okul sadece pazar günleri eğitim vermektedir ve çocukların çalışmadığı tek gün pazardır. Ancak yine de bu okul, toplumun en fakir kesiminin eğitimi için atılan ilk adımdır ve aynı zamanda toplu eğitim için de bir başlangıç olacaktır.

Sonuç olarak yukarıda değinilen İngiltere örneği, tarihe anakronistik bakış açısıyla bakmak yerine her kurumu kendi dönemi içerisinde değerlendirmenin en doğru hareket olacağını göstermektedir. Çağının en “medeni”, en “modern” ve en “ileri” devleti olarak adlandırılan İngiltere’nin bile eğitimde yaşadığı bu içler acısı tablo göz önüne alındığında, aynı tarihsel döneme ait olan medreselere yönelik haksız eleştirilerin maksatlı olduğu açıktır.

Bu yüzden yapılacak en iyi hareket, medreseleri yaşadığı dönemin anlayışı içerisinde değerlendirmektir. Çünkü 1330’da kurulan, Sıbyan Okullarıyla halka ulaşmaya çalışan, arkasında Selçuklu geleneğinin yer aldığı ve halka yararının yadsınamayacağı bu sisteme haksızlık etmemek gerekir.

Dr. Hümeyra Türedi

Yararlanılan Kaynaklar

Humpries, Jane (2013). Childhood and Child Labour in the British Industral Revolution, The Economic History Review, 66 (2).

Hamlili, Rabab (2017). Child Labour in England During the Nineteenth Century, Master Theisis, University of Tlemcen, Algeria.


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir