Kategoriler
Siyaset

Kadercilik Damgası ve Siyasallaşan Sağlık

Türklere yüzyıllardır, her türlü olumsuz sıfatı yakıştıran Batılılar, Türklerin kaderci olduğu yönünde bir algı oluşturarak, bu kaderciliği ülkenin iç işlerine karışacak bir malzeme haline getirmek için de kullanırlar. Nasıl olduğunu bu yazıda anlatmaya çalışalım… Önce Türklerdeki “tevekkül” inancının nasıl dönüp dolaşıp, Avrupalılar için “kör kadercilik” anlamına geldiğine bakacağız. Tabi ki, bu dönüşümde bir kısım Türklerin “kör kaderciliğe” saplanmasının da etkisi var. Ancak sorun şu ki, Avrupa’da da kaderci insanlar bulunmasına rağmen, bu kişileri öne çıkararak Avrupalıları hiç kimse damgalamıyor… İslamiyet, kör kaderciliği onaylamasa da, bunu İslam’ın emriymiş gibi algılanmasına neden olunması hem dinini yeterince bilmeyen Türklerin hem de bu algıyı kullanmak isteyen Avrupalıların işi…

Türklere yüzyıllardır, her türlü olumsuz sıfatı yakıştıran Batılılar, Türklerin kaderci olduğu yönünde bir algı oluşturarak, bu kaderciliği ülkenin iç işlerine karışacak bir malzeme haline getirmek için de kullanırlar. Nasıl olduğunu bu yazıda anlatmaya çalışalım… Önce Türklerdeki “tevekkül” inancının nasıl dönüp dolaşıp, Avrupalılar için “kör kadercilik” anlamına geldiğine bakacağız. Tabi ki, bu dönüşümde bir kısım Türklerin “kör kaderciliğe” saplanmasının da etkisi var. Ancak sorun şu ki, Avrupa’da da kaderci insanlar bulunmasına rağmen, bu kişileri öne çıkararak Avrupalıları hiç kimse damgalamıyor… İslamiyet, kör kaderciliği onaylamasa da, bunu İslam’ın emriymiş gibi algılanmasına neden olunması hem dinini yeterince bilmeyen Türklerin hem de bu algıyı kullanmak isteyen Avrupalıların işi…


Türklerin kaderciliği hususu, 19. yüzyılın seyahatnamelerinde tekrarlanan bir klişe haline gelir (Erdoğan, 2011: 121). Kadercilik, Türklerin mantıksızlığını ve akıldışılığını göstermek için kullanılan bir örnek halini alır. Özellikle gezginlerin yazılarında görülen Türk kaderciliği, zaman çerisinde siyasetçilerin ve düşünürlerin cümlelerine de yansımaya başlamış ve diğer damgalarda olduğu siyasal sonuçlar doğurmuştur. Örneğin Castellan’ın 1820’de yayımladığı Mora Yarımadası, Gelibolu ve İstanbul Üzerine Mektuplar adlı kitabına göre Türkleri pasif ve durağan yapan şey “yazgı”ya olan inançlarıdır. Castellan, “tüm Doğuluların, gözü kapalı bu batıl inanca boyun eğdiklerini” yazmaktadır. Çoğu kez kaderciliğin onlarda cesaretin yerine geçtiğini, dik kafalılıklarını renklendirdiğini ve ölüme bile tevekkülle katlanmalarını sağladığını da ilave etmektedir. Bazı gezginlere göre kadercilik, Türklerin durağanlık imgesine güç veren dinsel bir unsurdur ve bu niteliği dolayısıyla sıklıkla bahsedilmiştir (İldem, 2000: 93-94). Türklerin kaderciliğiyle ilgili evliyalara olan adaklardan ve ağaçlara bağlanan paçavralardan bahsederken, Moltke şöyle demektedir: “nerede küçük bir çalılık kalmışsa orada bir ziyaret, yani kutsal yer vardır ve çalı baştan aşağı elbise parçalarıyla örülüdür. Çünkü hastalar, elbiselerinden bir kısmını evliyaya sunarlarsa iyi olacaklarına inanırlar” (Tezcan, 1974: 58).

Pouqueville için de cehaletleri, aşırı özgüvenleri ve kör bir kaderciliğe boyun eğdikleri için “Türkler dev adımlarla sonlarına doğru yürümektedirler” (İldem, 2000: 117). Lamartine, 1835 tarihli Doğu Yolculuğu adlı kitabında Müslümanların kaderciliğin aşırı bulmaktadır (İldem, 2000: 175). Hegel ise Berlin Döneminden kalma karışık yazılar adlı yapıtında şöyle demektedir: “Doğulu acı çektiğinde, mutsuz olduğunda, bunları değiştirilemez yazgının bir sonucu olarak algılar” (Kula, 2010: 147). Pardoe’ya göre ise Türkler, gelecek iyiliğin ile kötülüğün, “yeni kesilmiş bir hayvanın iç organlarının durumuna göre olacağını” sanmakta ve kuşların uçuş biçimlerinden anlamlar çıkarmaktadırlar. Kendileri için uğurlu veya uğursuz saydıkları zamanları dahi vardır. Bu zamana “Eşref Saati” adı veren Türklerin bu saatini de kâhinlerin tayin ettiğini söyleyen Pardoe’ya göre hiçbir Osmanlı, bu önemli zamandan emin olmadıkça, ne seyahate çıkmakta, ne ev yaptırmakta, ne evlenmekte, ne de bir işe girişmektedir (Tezcan, 2002: 59). Bir Türk, eğer bir fenalık görür yahut başına üzücü bir şey gelirse, bunun nedenini ne kendi idaresizliğinde bulmakta, ne de bir ihanet düşünmektedir. Her şeyi kısmet ve talihe bağlayarak, buna sessizce boyun eğmekte ve şayet başına gelen felaketler, birbirini kovalıyorsa, dünyevi nedenlerden ileri geldiğini düşünerek ince araştırmalar yapacak yerde, bunları yine talihe ve alın yazısına bağlayacaktır (Tezcan, 2002: 65)

Nietzsche, İnsana, Tümüyle İnsana Özgü Şeyler adındaki yapıtının “Gezgin ve Gölgesi” bölümünde Türk yazgıcılığı konusunda şu görüşlerin altını çizmektedir: “Türk yazgıcılığının temel hatası, insanı ve yazgıyı, iki aynı şeymiş gibi karşı karşıya koymasıdır. İnsan, Türk yazgıcılığına göre, yazgıya karşı durabilir; yazgıyı boşa çıkarmaya uğraşabilir. Buna karşın, sürekli olarak işin sonunda yazgı üstünlüğünü korur. Bu nedenle, söz konusu anlayış uyarınca, boyun eğmek ve istediği gibi yaşamak, en akıllı davranış olarak görülür” (Kula, 2010: 507-508). Milanolu Giuseppe Gorani (1740-1819)’nin düşüncesine göre tüm Türkler dünyanın bir hiç olduğuna inanmaktadırlar. İlahi Takdir’in buyruklarına böylesine boyun eğmekte, iyiyi de kötülük gibi aynı biçimde karşılamakta ve bu da yazgıya olan inançlarını arttırmaktadır (Gürol, 1987: 84 ).

Brayer ise Türklerin kaderciliğini belki de biraz abartarak “sonuç itibariyle takdir-i ilahinin bir tecellisi saydıkları yangınları söndürmekten çekindikleri çok görülmüştür” demektedir. Hatta “servetlerinin tek bir yangında kül olup gittiğini” hiç sızlanmadan seyrettiklerini dahi söylemektedir (Tezcan, 2002: 66). Mikusch da şöyle demektedir: “dünya nimetlerinden yoksun oluşa ise sakin bir sabırla katlanılıyordu, çünkü bu yoksulluk ilerde cennette her şeye sahip olunarak giderilecekti” (Mikusch, 1929: 16). Mikusch, İstanbul’un işgalinden sonra bile Türklerin tevekkül içinde olduğunu yazmaktadır: “İstanbul’un Türk çevreleri yorgun bir tevekküle kapılmışlardı. Kendine güven duygusu kaybolmuştu. Avrupa o kadar çok ve o kadar uzun zaman “hasta adam” lafı etmişti ki, sonunda buna inanılmış ve bütün umutlar yitirilmişti. Kaçınılmaz sona boyun eğmek, alın yazısının yargısını tevekkülle kabul eğmek zorunda kalındı” (Mikusch, 1929: 222).

İlginç bir şekilde Ocak 1920 tarihinde Asia dergisinde “Türkün Dünya Görüşü” başlıklı yazıda da benzer bir görüş vardır. Yazıyı yazan Herbert Adam Gibbons Türkleri üçe ayırmaktadır: Anadolu Türkleri, Göçmenler ve Yönetici Sınıf. Yazara göre bu grupların arasında çoğunlukta olan Anadolu Türkleri “Büyük Yunanistan idealinin gerçekleştirilmesini ve İstanbul şehriyle Ermenistanın İmparatorluktan koparılmasını kaderlerine razı insanların rahatlığı içinde kabulleneceklerdir”. Çünkü “atalarından kalmış olan topraklardan bir bölümünün elden daha erken çıkması bu insanların yüzde doksan dokuzunu hiç mi hiç etkilemeyecektir” ve “Allaha duacı olacaklar ve yüzyıllardan beri yaşadıkları gibi yaşayıp gideceklerdir”  (Ulagay, 1974: 63). Türklerin ülkelerini kaybetmeye kadar varan bu kaderciliklerinin, New York Times‘ta da dile getirildiği görülmektedir. 30 Nisan 1918 tarihinde New York Times‘da yayımlanan “Türkiye’deki Kargaşalık” başlıklı yazıda Türkiye’de Bolşevizmin belirtisinin görülmediği söylenmekte, bunun da nedeni “kaderci bir insan yığını olup sürü gibi güdülmekten hoşlanan Türklerin, kendi geleceklerine yön verecek bağımsız bir eylem gücünden yoksun oluşu”na bağlanmaktadır (Ulagay, 1974: 45).

Hastalıklar ve kadercilik anlayışı arasında da bağlantı kuran Avrupalılar görülür. Oryantalist seyyah Alexander William Kinglake de 1844’te yazdığı Eothen adlı seyahatnamesinde “Tuhaf Doğuyu” anlamaya çalışmaktadır. Bu yüzden Kinglake yer yer kıyaslamalara giderek şu ilginç tespitte bulunur: “Eğer veba Avrupa’da olsa idi, hastalık bulaşır korkusuyla kimse birbirinin yanına yaklaşmazdı. Oysa burada Müslüman, sanki Allah’ın gözü altındaymış gibi, rahat rahat yürür ve hiçbir şeye kulak asmaz. Frenkler ise ölümden korkup büzülürler” (Bilici, 2011: 16). Kinglake’in kastettiği, Müslümanların Allah’a olan tevekkül inançlarıdır. Bu yüzden, hastalıktan korunmak için ya da yayılmasını engellemek için herhangi bir teşebbüste bulunmadıklarını söylemektedir. Leibniz de Teodise adlı yapıtında “Türkler, veba salgınının kasıp kavurduğu yerlerden sakınmazlar” diyerek, bu yargısını sıkça yinelemektedir. Ona göre “veba gibi ağır bir hastalığın kasıp kavurduğu yerden uzak durmamak, doğaldır ki akıl dışı bir davranıştır”. Leibniz için Türkler, “bu akıldışı davranışı sergileyen Asyalı ve Müslüman topluluklarından biridir” ve “söz konusu akıldışılık, Türklerin bir yazgı anlayışlarının sonucudur”. Leibniz, “Türkler de Müslümanlar gibi, her şeyin Tanrı tarafından önceden belirlendiğine mutlak olarak inanırlar” düşüncesini tekrarlamaktadır (Kula, 2010: 12). Leibniz’e benzer şekilde Moltke de veba hastalığının bir Müslüman için bela olarak nitelendirilmediğini, Tanrı’nın inayeti ile bu hastalıktan ölenlerin şehit sayılacağının Kuran’da belirtildiği için vebadan korkmanın ve ona karşı alınan bütün tedbirlerin sadece gereksiz olmayıp aynı zamanda günah bulunduğuna işaret etmektedir (Tezcan, 2002: 58). Pardoe da bir Türk’ün bir hastalığa tutulduğu zaman, bir hocadan içi Kuran’dan ayetler yazılmış bir tas aldığını, bunu su ile doldurarak içindeki yazılar silininceye kadar, bir kenara bıraktığını, sonra bu dualı suyu içtiği zaman iyi olacağına inandığını yazmaktadır (Tezcan, 2002: 59). Michaud ve Poujoulant da 1833 tarihli Correspondence d’Orient 1830-1831 (Doğu Mektupları 1830-1831) adlı kitabında benzer bir yaklaşımla Türklerin hasta olduklarında çevrelerindeki yatırlara gidip iyileşmeyi dilediklerini yazmaktadır. Ona göre Türklerin “olağan ilaçları”, ya “sarıkların altına konulan muskalar” ya da “Mekke’deki Peygambere yapılan dualardır” (İldem, 2000: 171).

4 Nisan 1922 tarihli New York Times haberinde ise İtilaf Devletleri’nin denetimi altındaki İstanbul şehrinin “sağlık kurallarına uygun bir şekilde temizlenerek yaşanabilecek bir yer haline” getirildiği yazılmıştır. Haber, şöyle devam etmektedir: “Ancak bütün bu çabalar İstanbul halkının yaşantısında hiçbir değişikliğe yol açmamış görünüyor. Türklerin, kendi sağlıkları ve rahatları için girişilen çabalara tamamen kayıtsız kaldıkları görülüyor”  (Ulagay, 1974: 179). Bu bağlamda Batı’daki inanışa göre Türkler, olayları neden-sonuç bağlantısı içerisinde düşünmekten çok, yazılanın başa geleceği ön kabulünden yola çıkarak, olgu ve olayları, aklın süzgecinden geçirme ve sorunları akıl yoluyla belirleme ve çözme yeteneği geliştirememektedirler (Kula, 2010: 16).

Türklerin hastalıklardan korunmak için hiçbir şey yapmadıklarını iddia eden Avrupalılar, sıhhatle ilgili kapitülasyonlar elde etmeyi başarırlar. Ayrıca Osmanlı Devleti tarafından kurulan Karantina Meclisi’nde çoğunluğu ele geçiren Avrupalı azalar nedeniyle, Meclis ülke menfaatine aykırı bir hal alır (Bkz. G.Sarıyıldız). Sağlığın siyasallaştırılması anlamına da gelecek olan bu gelişmelerde, yıllar boyu süren kadercilik söylemlerinin zihinlerde kabul edilmesinin etkisi de yadsınamaz. Nitekim İtilaf Devletleri’nin İstanbul’u işgal ettiklerinde şehrin sağlığını düzelttiğine yönelik haberler, Batı’nın Türklere medeniyet götürdüğü söylemi içerisinde değerlendirilebilir. Dolayısıyla yine zararsızmış gibi görünen bir etiketleme damgaya dönüşmüş, bu damga da ülkenin iç işlerine müdahaleye varacak bir seviyeye ulaşmıştır. Damgaların yaygınlaşmasıyla, zihinlerde bu damgaların doğru olduğu kabulünün yerleşmesi, ülkelere yapılan müdahaleleri meşrulaştırmakta ve kolaylaştırmaktadır. Damgaların bir propaganda malzemesi olarak kullanılabileceği hatırda tutularak, fark edilen her türlü damga potansiyelini henüz yaygınlaşmadan yok etmek gerekir.

Dr. Hümeyra Türedi

Yararlanılan Kaynaklar

BİLİCİ, İbrahim E. (2011), “Oryantalist Seyahatnamelerde Türk İmgesi Üzerine Bir İnceleme: Alexander William Kinglake’in Seyahatnamesi Eothen Örneği”, Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi, cilt: 2, sayı: 2, s: 1-21.

ERDOĞAN, Türkan (2011), “Alexander W. Kinglake’in Eothen adlı Seyahatnamesinde Doğu-Batı İmgesi ve İnsan Tasvirleri”, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 10, s:117-125.

GÜROL, Ümit (1987), İtalyan Edebiyatında Türkler, İmge Kitabevi, Ankara.

İLDEM, Arzu Etensel (2000), Fransız Gezginlerin Gözüyle: Türkler ve Yunanlılar, Boyut Kitapları, İstanbul.

KULA, Onur Bilge (2010), Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.

MIKUSCH, Dagobert von (1929/2009), Avrupa ile Asya Arasındaki Adam, Örgün Yayınevi, İstanbul.

TEZCAN, Mahmut (1974), Türklerle İlgili Stereotipler ve Türk Değerleri, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara.

ULAGAY, Osman (1974), Amerikan Basınında Türk Kurtuluş Savaşı, Yelken Matbaası, İstanbul.


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir