Suriye’de iç savaş başladıktan sonra, ülkemize sığınan 3 milyon Suriyeli, tüm şehirlerde görünür hale gelir. “Görünürlük” kelimesine burada dikkat çekmek istiyorum. Çünkü ne kadar çok görünürlerse, o kadar çok nefret oklarını üzerlerine çektiler. Herkesin “görmeye” başladığı Suriyeliler için bir kısım Türkler tarafından şu sözler sarf edilmeye başlandı: “bıktık bunlardan”, “her yer Araplarla doldu”, “ülke Araplara kaldı”, “bunları da mı besleyeceğiz”, “ülke Arabistan’a döndü”.
Ülkemizi eğer Fransızlar bu şekilde “doldursa” idi, aynı kişiler yine benzer sözler sarf eder miydi? Pek mümkün değil… Fransızlar, ülkemizde “ilerici” ve “medeniyet sahibi” olarak görülür ki onları ağırlamak bahsi geçen kesim için bir onurdur.
Araplara karşı olan bu nefret, Arapların ülke ekonomisine olan zararından mı kaynaklanıyor? Belki… Ancak yoksul Arapların yanında, ülke ekonomisine katkı sunan zengin Arapların da varlığını unutmamak gerekir bu noktada…
Bu Arap nefretinin nedeni, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’ya “ihanet” etmelerinden mi kaynaklanıyor? Pek değil…. Çünkü eğer mesele, Osmanlıya ihanet etmekse, İngilizler, Avusturyalılar, Ruslar ve Fransızların pek çok kez gizli oyunlar peşinde koşarak, Osmanlıyı parçalamaya çalıştığını bilmeyen yok. Aynı nefret onlara karşı hissedilmiyorsa, hatta hayranlık duyuluyorsa bu işin içinde başka bir şey var. İşte bu yazımda, bu “başka şey” mevzusunu irdelemeye çalışacağım.
Ülkemizdeki bir kesimde yüksek olan Arap nefretini, Erving Goffman’ın damganın içselleştirilmesi düşüncesiyle irdelemeyi deneyelim. Kendilerinin ırkçı olmadığını söyleyen, hümanistliğiyle övünen bu kesim; konu Araplara gelince bir tiksinti duyar. Araplara yardım edenleri “Arap sevicilik” ile suçlar. Peki nereden geliyor bu nefretin sebebi?
Öncelikle şunu belirtelim ki, Türkler Batılılarca yüzyıllardır damgalanan bir millet… Hem diğer yazılarım hem de kitabımda bu konuya defalarca değindim. Türklerin barbar, geri, sanat eseri üretemeyen, tembel insanlar olduğunu söylediler. Türkün geçtiği yerde ot bitmez dediler. Asya’ya geri gönderilmemiz gerektiğini söylediler. Aşağı ırktan olduğumuzu ve yerimizin Avrupa olmadığını tekrarladılar. Kirli, kaderci, cahil insanlar olduğumuzu yazdılar ve çizdiler. Batılılar kendilerine yakışanı yaptı ve bu iftiralarını yüzlerce yazı ve sanat eseri ile yaygınlaştırdılar. Ancak asıl tehlikeli olan şey, bir kısım Türklerin bu damgaları içselleştirmesi oldu.
Damgaların içselleştirilmesi ne demek? Goffman’a kulak verelim. Goffman’ın yazdığına göre kişi kendi itibarını zedeleyen söylemleri içselleştirebilir. İçselleştirilmiş damgalanma, bir anlamda kişinin kendi kendisini damgalaması olarak da ifade edilebilir. Kendisinin damgalanmayı hak ettiği düşüncesine kapılır (Goffman, 2014: 175). Damgalanmıştır çünkü bu özelliklere sahiptir. Kendisini damgalayanlar neye inanıyorsa ona inanma eğilimindedir (Goffman 2014: 35-36). Ve artık tek bir şey hissetmeye başlar “utanç”. Damgalanmayı hak edecek özelliklere sahip olduğu için hem kendinden hem de ait olduğu gruptan utanmaktadır.
Bu noktadan sonra, kendi grubunu damgalamaya başlar. Başka bir ifadeyle, damgalı aktör kendisi gibi damgalı olanlara karşı, “kendisine takınılan tavrın aynısını” takınmaktadır (Goffman, 2014: 153-155). Özellikle “dâhil olduğu grubun hoşa gitmeyen unsurlarından biriyle karşılaştığında”, bu utanç öyle görünür olmaktadır ki bu da ilginç bir kimlik krizi olarak ortaya çıkar (Goffman, 2014: 157).
Aslında damgalı aktörün gerçek grubu, kendisiyle aynı damgayı taşıyan aktörler topluluğudur. Ancak bu grup “onu tam da itibarsızlaştıracak olan kategori” olduğu içindir ki damgalı aktör bu grupla anılmayı sonuna kadar reddeder (Goffman, 2014: 161-162). Çünkü çaresizce kendisini damgalayanların grubuna girmek, onlar tarafından kabul edilmek istemektedir.
Goffman’ın bu düşünceleri ışığında, Türk toplumunun bir kısmında görülen Suriyeli/Arap nefretini şimdi tahlil edebiliriz.
Batılılar, yüzyıllar boyunca sadece Türkleri değil tüm Doğuluları damgalarlar. Doğulular grubuna dahil olan Türkler ve Araplar, benzer Oryantalist söylemlere maruz kalırlar. Aslında aynı kaderi paylaşırlar. İkisi de Batı’nın “ötekisi”dir. İşte kendisi için söylenen damgaları içselleştiren bazı Türklerin, kendi grubuna Batılıların kendisine baktığı gözle bakarak Arapları aşağılaması bu noktada anlaşılır olmaktadır. Çünkü bahsi geçen bu kesim, ait olduğu gruptan utanmaktadır ve bunun farkında bile değildir. Araplarla aynı Doğulu gruba mensuptur ve bu Doğulu grup, Batılıların aşağıladığı gruptur. Medeniyetsiz olmakla, ilkellikle ve cahillikle suçlanandır.
Sokakta yürürken gördüğü Suriyeli ona kendi grubunun damgasını hatırlatır. Bu hatırlayıştan nefret eder… Hatırlattığı için Suriyeliden de nefret eder. Kendi grubundan utanır… Batılıların vurduğu damgalardaki şiddetin artacağından korkar. Suriyelilere Batı’nın gözüyle baktığı için onları medeniyetsiz görür. Batılıların Türklere vurduğu damgaların Suriyeliler yüzünden hiç silinmeyeceğinden korkar. Batılı olmaya çalışırken, bu artan Doğululuk da nedir? Ne yapacağını bilmez halde, Suriyelileri suçlamaya başlar. Batılılar ile aynı damga dilini kullanır.
Damgasını içselleştirmiş Türkler kendi grubunu damgalayarak, Batılıların kendisine yaptığının aynısını yapar. Hümanist olmakla övünürken, ait olduğu grubun iki kez damgalanmasına neden olurlar. Biri Batılılar tarafından, diğeri de kendi insanı tarafından damgalanan bir Doğulu grubuna aitizdir artık…
Bazı Türk aydınlarının kendi toplumuyla barışamamasının nedenlerinden birini, damgalarını içselleştirmesinde aramak gerekir. Batı tarafından aşağılanan toplumuna Batının gözüyle bakmak… Kendisini aşağıladığı gruptan ayrı gibi düşünse de, çok gelişmiş olduğunu düşünse de, Batılılar tarafından gerçek anlamda kabul edilmeyeceğini bilmemektedir. Batılıların “mış gibi” yaparak ona şirin görünmesine kanar ve ait olduğu grubu damgalamaya başlar. Sonunda hem Batılılar hem de Doğulular tarafından reddedilen, kimliksiz bir kişi olacaktır.
Peki, bu durumda Suriyelilerden nefret eden ancak hümanist olduğunu iddia eden ve Batı’ya özenen bu grubun iyileşmesi için ne yapmak gerekir? Öncelikle kendi duygularının farkına varmaları önemlidir. Batılıların kendilerini asla eşit seviyede görmeyeceğini ve ne yaparlarsa yapsınlar her zaman bir Doğulu olarak kalacaklarını bilmeleri gerekir. Kendi kimlikleriyle barışmaları, bir Doğulu olarak damgalı bir gruba mensup olmaktan utanmamayı öğrenmelidirler. Çünkü kendilerinden utanmalarına neden olan Batılı düşüncedir. Doğulu olmak, Türk olmak, Arap olmak, Suriyeli olmak… Tüm bu kavramların içi Batılıların tanımlarıyla doldurulduğundan, ortaya utanılacak bir şey varmış gibi görünür. Kendi kimlik tanımımızı kendimiz yapmadığımız sürece, kendi kavramlarımız üzerinden konuşmadığımız sürece, bu aşağılık duygusundan kurtulmak zor.
Bundan başka, Suriyeliler ile onlardan nefret eden grubu bir araya getirecek etkinlikler düzenlenmek gerekir. Kaynaşma yaşanmadığı sürece, iki grup her zaman ayrışacaktır. Suriyelilerin de bir insan olduğu, insanlık vasfının sadece Batılılara ait olmadığı düşüncesi, birlikte zaman geçirerek yerleşebilir. İlk aşamalar zor olsa da zaman içerisinde, zihinlerde oluşturulan olumsuz imgeler düzeltilebilir.
Kısacası, bugün yaşanılan duyguların geçmişle, Batıyla, kendi iç mücadelemizle yakından ilintisini görmek lazım… Goffman’dan yola çıkarak yapmaya çalıştığımız bu psikolojik arka plan incelemesi, tabi ki çeşitlendirilip derinleştirilebilir. Bazı kişilerin Suriyelilere karşı beslediği olumsuz duyguların farklı nedenleri de olabilir. Ancak yukarıdaki analizin bazı kesimlerin duygularını yansıttığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Dr. Hümeyra Türedi
Yararlanılan Kaynaklar
Goffman, E. (2014). Stigma. İstanbul: Heretik Yayınları.