Kategoriler
Dil Siyaset

Dil Reformu Sıkıntılarına Bir Örnek: Mülteci Alman Bilim İnsanları

Almanya’da yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle 1933 yılında Türkiye’ye gelen Alman bilim insanlarına koyulan dil şartı, bu bilim insanlarının Türkiye’ye geldikten 3 yıl sonra Türkçe ders vermelerini zorunlu kılmaktadır. Bu mülteci bilim insanlarından biri olan Ernst Hirsch anılarında, bu şartın zorluğundan bahsetmektedir. Önce, Osmanlı döneminde sayısız yabancı uzman çalıştırıldığını ancak böyle bir şartın konulmadığından bahseder. Ancak Hirsch, bu maddeyi anlayışla karşılamaktadır sonuçta der “ dil doğal bir anlaşma aracıdır. Ve dil olmaksızın öğretmek ve öğrenmek de neredeyse mümkün değildir”.

Almanya’da yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle 1933 yılında Türkiye’ye gelen Alman bilim insanlarıyla imzalanan sözleşmeye bir dil şartı koyulmuştur. Nedir bu dil şartı? Şart, bu bilim insanlarının Türkiye’ye geldikten 3 yıl sonra Türkçe ders vermelerini zorunlu kılmaktadır. Bu mülteci bilim insanlarından biri olan Ernst Hirsch anılarında, şartın zorluğundan bahsetmektedir. Önce, Osmanlı döneminde sayısız yabancı uzman çalıştırıldığını ancak böyle bir şartın konulmadığından bahseder. Ancak Hirsch, bu maddeyi anlayışla da karşılamaktadır “sonuçta” der “ dil doğal bir anlaşma aracıdır. Ve dil olmaksızın öğretmek ve öğrenmek de neredeyse mümkün değildir”.


Türk öğrenciler o dönemde lisede Fransızca öğrenmekteydiler. Ancak özellikle Anadolu’dan gelen öğrenci kitlesinin ne Fransızca ne Almanca ne de İngilizceyi yeterince anlamadığını söylemektedir. İlk başlarda, çözüm olarak yabancı dil bilen bir asistan, bu profesörlerin yanına yardım için verilir. Hocanın sınıfta her söylediği, bu asistanlar tarafından Türkçeye tercüme edilir. Ancak çevirmenlik yapan asistanın hem iki dili iyi bilmesi hem de konunun terminolojisine hakim olması gereklidir. Bu özelliği sağlayan asistan ise çok azdır. Dolayısıyla, derslerin Türkçe verilme şartının koşulması mantıklıdır ve dersin verimliliğini artıracaktır.

Ancak gözden kaçan bir husus vardır: Türk dili seferberliği. Hirsch, bu seferberliğin, Türk dilini “istikrarlı dil” olmaktan çıkardığı kanısındadır. 1928 yılında yaşanan Harf İnkılabı, dilde büyük değişimler meydana getirmiştir. Hircsh’e göre gelecek nesiller, eski eserleri ancak ve ancak yeni Latin yazısına aktarıldıkları oranda anlayabileceklerdir. Fakat ilan edilen dil seferberliği, var olan Harf İnkılabını daha da güçleştirmiştir. Sadece Latin Alfabesine geçilmemiş, aynı zamanda dili saflaştırmak adına yeni kelimler üretilmiştir. Ve halktan bu yeni kelimeleri kullanmaları beklenmiştir.

Bu büyük değişim yaşanırken, Alman bilim adamları hangi Türkçeyi öğreneceklerdir? Halkın anladığı dili mi ? Yoksa yapay olarak üretilen yeni dili mi? Hirsch şöyle demektedir: “Alman profesörler 1933 ile 1936 arasında Türk dili diye ezberledikleri ne varsa, bunun büyük bölümünün ölüme mahkum olduğunu, yerine tamamiyle yeni sözcük oluşumlarının geçeceğini ve bu yeni sözcükleri her seferinde silbaştan yeniden öğrenmek gerekeceğini nereden bilebilirlerdi?”. Dolayısıyla Hirsch, sözleşmedeki dil maddesinin mantıklı görünse de gerçekler dikkate alındığında uygulamanın zor olduğunu söylemektedir. Ayrıca yaş ilerledikçe yabancı dil öğrenmenin zorluğu da dikkate alınmamıştı.

Hirsch, “çok büyük çaba gösterdim, çok zaman ve enerji harcadım ve sonuç olarak üç yılın sonunda dili su gibi öğrenmiştim” demektedir. Nitekim Horst Widmann da tüm yabancı hocalar arasında, Hirsch’in Türkçeyi en iyi bilen mülteci profesör olduğunu yazar. Dolayısıyla, Hirsch’in Öz Türkçe kelimeler kullanmanın zorluğundan bahsetmesi kayda değerdir. Örneğin Hirsch, öz Türkçe kaleme alınan yeni Ticaret Hukuku Kanunu’nun anlamını kimsenin anlamadığını söyler. Kanun, Almancaya çevrildikten sonra anlaşılabilmiştir. Sonuçta Türkçe öğrenmek, bir türlü bitmek bilmez bir sorun olarak ortaya çıkmıştır (Hirsch, 2000: 216-225).

1930’lu yıllarda yaşanan dilde özleşmenin getirdiği sıkıntılara kısa bir örnekti bu… O dönem yaşanan birçok sıkıntı ve ilginç olay anlatıla gelmiştir zaten. Örneğin, gazeteciler yazılarını önce bildikleri dile göre yazıyorlar, sonra yazdıkları kelimeleri Tarama Dergisi’nde yayınlanmış eş anlamlı yeni kelimelerle değiştiriyorlardı. Hatta Cumhuriyet gazetesi yazarları kelimelerin eş anlamını bulamadıklarında, Yunus Nadi yeni bir kelime uydurmayı öneriyordu (Çelik, 2006: 204). Gazeteler öz Türkçe kelimelerle çıkmaya başladığında, gazete tirajları da birden düşer. Çünkü halk gazeteleri anlamakta zorlanmaktadır. Mesela Şükrü Kaya’nın öz Türkçe verdiği söylevi de kimse anlamamıştır (Atay, 1998: 476). Örnekleri çoğaltmak mümkün… Geçen onca yıldan sonra geriye dönüp bakıldığında, “değer miydi?” demek gerekiyor. Harcanan onca emek ve zaman… Sonradan terkedilen bir amaç… Enerjimizi daha gerekli şeyler için kullansaymışız keşke!

Dr. Hümeyra Türedi

Yararlanılan Kaynaklar

Atay, Falih Rıfkı (1998). Çankaya. İstanbul: Bateş Yayınları.

Çelik, Zafer (2006). “’Yeni’ Türkçe’nin doğuşu: Türk dil devrimi”. Muhafazakar Düşünce, yıl:2, sayı: 6, 197-216.

Hirsch, Ernst (2000). Anılarım. Ankara: Tübitak Yayınları. 216-225

Windmann, Horst (1981). Atatürk Üniversite Reformu. Çev: Aykut Kazancıgil ve Serpil Bozkurt. İstanbul: İstanbul Ünversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültes Yayınları.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir