Kategoriler
Tarih

Bozkırın Psikolojisi

Asya bozkırlarının uçsuz bucaksız ufku, insan ruhunda derin bir yalnızlık ve sınırsızlık duygusu uyandırır; bu geniş platolar binlerce yıldır göçebelerin, savaşçıların ve mistiklerin ortak sahnesi olmuştur. Lev Gumilev gibi Avrasyacı tarihçiler, bozkırın Rus kimliğinin ve Avrasya uygarlıklarının oluşumunda belirleyici bir coğrafya olduğunu vurgular. Gumilev’in Ethnogenesis and the Biosphere adlı eserinde öne sürdüğü “pasiyonerlik” kavramı, bir topluluğun coğrafyanın sağladığı enerjiyle sınırlarını aşma, yeni alanlar fethetme ve kendini dönüştürme kapasitesine işaret eder; bozkır gibi sınırsız bir alan bu pasiyonerliği sürekli besler çünkü her ufuk çizgisi yeni bir yön, yeni bir mücadele ve yeni bir kimlik imkânı demektir.


Bu geniş coğrafyanın insan zihnine etkisi, Carl Gustav Jung’un kolektif bilinçdışı kuramıyla daha da anlam kazanır. Jung’a göre atalarımızdan miras kalan imgeler, yaşadığımız mekânın etkisiyle arketiplere dönüşür. Sonsuz bozkır, bilinçdışımızda bir “kutsal boşluk” arketipi yaratır; bu boşluk, insanı hem mistik bir coşkunun hem de derin bir nihilizmin eşiğine taşır. Kişi kendini sınırsızlıkla baş başa bulduğunda ya Tanrı’ya sığınır ya da anlam yitimine kapılır. Orta Asya şaman geleneğinden Sibirya keşişlerine kadar pek çok ruhsal öğreti, bu sınırsız mekânlarda serpilen bir içe dönüş arayışına dayanır.

Bu zihinsel ufuk genişlemesini modern şehir hayatıyla karşılaştıran Georg Simmel, The Metropolis and Mental Life makalesinde metropolün bireyi nasıl sinirsel bir duyarsızlığa sürüklediğini anlatır. Simmel’e göre şehir insanı, aşırı uyaranlardan korunmak için dünyaya kayıtsız hale gelirken, bozkır insanı tam aksine uyaran yoksunluğu içinde anlam arayışına itilir. Böylece bir bakıma şehir insanı kalabalıkta kaybolur, bozkır insanı ise boşlukta kaybolur. Bu karşıtlık, bozkırın sınırsız ufkunun insan ruhuna yüklediği varoluşsal soruları büyütürken mistik bir hassasiyeti de canlı tutar.

Tam da bu yüzden Tolstoy’un Kozaklar ve Savaş ve Barış gibi eserlerinde bozkır, kahramanları için bir arınma, içsel saflık ve özgürlük mekânıdır. Kafkas stepleri insanın doğayla bütünleşmesini simgeler; geniş ovalar orduların, halkların ve bireylerin kaderlerinin birbiriyle karıştığı dev bir sahneye dönüşür. Dostoyevski ise stepleri doğrudan resmetmektense, Sibirya sürgününde edindiği yalnızlık ve yönsüzlük duygusunu karakterlerinin iç dünyasına taşır. Yeraltından Notlar’da dar bir bodrum katında sıkışıp kalan anlatıcı bile aslında sınırsız bir bozkırın şehirdeki sıkışmış yansıması gibidir; sonsuzluk hissi, mekânın darlığında bile varlığını sürdürür.

Bozkırla özdeşleşen votkaya da değinmek gerekir. Örneğin, Tolstoy’un Diriliş romanında votka, halkın sefaletine katkı yapan bir zehir olarak görülürken, Gorki’nin Ana romanında içki, işçi sınıfının zincirlerinden kurtulmasını engelleyen bir uyuşturucu olarak betimlenir. Dostoyevski’nin Budala romanında votka, kahramanların utanç ve pişmanlık döngüsünü derinleştiren bir itiraf aracıdır; sarhoşluk kalbin itiraf edemediğini dilin söylemesine vesile olur, ama sabah yeniden pişmanlık başlar.

Tüm bu edebi yankıların içinde votka, Rus toplumunun coğrafyaya verdiği yanıtın simgesi haline gelir. Soğuk kışlar, geniş bozkırlar, dağınık yerleşim dokusu ve uzun yalnız geceler insanı bir araya getiren, içsel boşluğu geçici de olsa dolduran bir ritüel yaratmıştır. Patricia Herlihy’nin Vodka: A History kitabı bu içkinin sıradan bir damıtılmış sıvı olmadığını, iklim, coğrafya, devlet politikaları ve toplumsal hafıza arasında örülmüş derin bir kültürel fenomen olduğunu gösterir. Tarih boyunca Rus devleti, votkayı hem halkı sakin tutmanın hem de büyük vergi gelirleri elde etmenin bir aracı olarak kullanmıştır; 19. yüzyılda devlet bütçesinin neredeyse üçte biri votkadan sağlanmıştır. Bu yüzden köylüler arasında “Devlet bizi sarhoş istiyor!” deyimi yaygınlaşmıştır. Votka rüşvetten köy düğünlerine kadar gündelik hayatta her yere sızmış, “Na zdorovye!” diyerek topluca içilen kadehler yalnızlığı bir nebze olsun paylaşmanın aracı olmuştur. Ancak Herlihy, votkanın sadece bir teselli olmadığını, aynı zamanda sefaletin, aile içi şiddetin ve işgücü kaybının da kaynağı olduğunu vurgular. Çarlık döneminden Sovyetler’e, hatta Gorbaçov’un 1985’teki alkol karşıtı kampanyasına kadar devletin votka üzerindeki denetimi, hem halkla kurulan tuhaf bir bağı hem de ikiyüzlü bir kontrol düzenini gözler önüne serer.

Sonuç olarak Asya bozkırı, Gumilev’in etnogenezinden Jung’un kolektif bilinçdışı kuramına, Simmel’in şehir ve doğa karşıtlığına ve Tolstoy ile Dostoyevski’nin metinlerindeki sonsuzluk temalarına kadar insanın kendi sınırlarını, kayboluşunu ve umutlarını iç içe yaşadığı büyük bir bilinçdışı aynasına dönüşür. Bozkır, yönsüzlüğüyle hem mistik bir coşku hem de varoluşsal bir yük taşır; insan bazen bu yükü bir votka kadehinde hafifletir, bazen de sonsuz ufuklara bakarak kendi içinin derinliğinde kaybolur.

Dr. Hümeyra Türedi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir