Emile Zola’nın “Kadınların Cenneti” adlı eseri, 19. yüzyıl Paris’inde büyük mağazaların yükselişini ve bu mağazaların kapitalist sistem içindeki rolünü gözler önüne serer. Zola, bu eserinde sadece ticaretin değil, aynı zamanda kadınların ve modanın da kapitalizmin gelişimindeki önemini vurgular.
Zola’nın kitabında, kadınların alışveriş tutkusu ve bu tutkunun büyük mağazaların başarısındaki rolü açıkça görülür. Kadınlar, mağazaların en sadık müşterileri olarak, tüketim kültürünün merkezinde yer alır. Zola, mağazaların kadınları cezbetmek için nasıl çeşitli stratejiler geliştirdiğini ve bu stratejilerin kadınların tüketim alışkanlıklarını nasıl şekillendirdiğini detaylı bir şekilde anlatır. Denise karakterinin mağaza vitrinlerine hayranlıkla bakışı, bu çekimin ne kadar güçlü olduğunu gösterir. Şöyle yazmaktadır: “Denise, ana kapının önünde sergilenen ürünlere büyülenmiş gibi bakıyordu. Tezgâhta, açık havada, hatta kaldırımlarda satılan türden tapon mallar da vardı. Kapının cazibesi, ikinci el ürünler, indirimli satışlar herkesin aklını çelecek gibiydi.”
Mağazaların vitrinlerinde sergilenen renkli kumaşlar, şık elbiseler ve aksesuarlar, tüketicilerin ilgisini çekmek için kullanılan başlıca araçlar olarak göze çarpar. Bu ürünler, sadece birer mal değil, aynı zamanda statü ve prestij sembolleridir. “Ta yukarıdan, ilk kattan itibaren sergilenmeye başlanan yünlü ve çuha kumaşlar, merinoslar, İskoç yapağıları, pamuklular, keten bezleri, hafif yünlü ürünler bayrak gibi aşağıya sarkıyordu. Solgun tonlu olanların yanında, lacivert ve kül renkliler, üzerinde duvar afişi gibi kesilip yapıştırılmış beyaz etiketler bulunan zeytin yeşili kumaşlar ve yan tarafta, ince uzun kayışlara bağlanmış kürkler, entari ve fistanlar, kül rengi sincap postları, kuğu göğsünün lekesiz kar beyazı tüyleri, taklit kakımlar, sansar postları, tavşan derileri görülüyordu…Sanki batan geminin mallarıydı bunlar … Sanki fazla mal yüzünden mağaza patlamış, ürünler sokaklara yayılmıştı.”
İnsanlar, alışveriş yapmanın ötesinde, bu mekanlarda sosyalleşmekte, vakit geçirmekte ve kendilerini ifade etmekteydiler. Zola, mağazaların bu çok yönlü rolünü ustalıkla işler. Emile Zola’nın kitabında tasvir ettiği mağaza, aslında Paris’te 1856 yılında açılan Bonmarché’nin ta kendisidir. Zola’nın satırları bize Bonmarché’yi gözümüzde canlandırmayı sağlar. Bonmarché tipi mağazaları öyle tasvir eder ki kendinizi içinde hisseder, mağazalardaki eşyaları hayal edebilirsiniz.
“Önce pek karışık yerleştirilmiş bir tezgah dikkatlerini çekmişti. Üst kısmına eğik olarak yerleştirilmiş olan şemsiyeler, kır kulübelerinin hasırdan damlarını hatırlatıyordu. Alt kısımda ise, baldırların bombeli profilini gösterecek şekilde kalıplara geçirilmiş, bazılarına gül buketleri işlenmiş çeşitli renklerde ipek çoraplar vardı. Siyah olanları ajurlu, kırmızıların konçları işlemeliydi. Ten rengindeki satenlerde düzgün kadın bacaklarının tatlı yumuşaklığı hissediliyordu. Tezgâh örtüsünün üzerindeki eldivenler simetrik bir tarzda dizilmişti. Bizans bakirelerinin incecik ellerini andıran dar eldivenlerdi bunlar. Henüz buluğa ermemiş kızların giymedikleri bu eldivenlerde, gergin ve çekici bir hal vardı. Özellikle son vitrin onları oldukları yere çivilemişti sanki. İpek saten ve kadifeler, esnek ve titrek renk ahengi içindeydiler. En üstte koyu siyah ve süt beyazlığında kadifeler, daha aşağılarda pembe ve mavi kıvrımları solgunlaşarak yumuşak bir donukluğa bürünmüş satenler, en sonda ise koza biçimindeki ipekli eşarplar, gökkuşağı şeridi gibi göze çarpıyordu. Ayrıca, bükülmüş bir bele sarılmış gibi görünen kıvrımlı kumaşlar, tezgahtarların becerikli parmakları arasında canlı gibi duran ipekliler de dikkat çekiciydi. Vitrinlerin her iki yanına dağ gibi yığılmış olan rengarenk motifli kumaşlar, kenarlarına ince sutaşı işlenmiş boyun atkıları, mendiller, mağazanın ürün zenginliğini gösteriyordu.”
Zola’nın bu eşsiz tasvirlerinden bir örnek daha verelim: “Vitrinin en dibinde, oldukça pahalı fiyat konmuş Brügge dantelinden geniş bir atkı, mihrap örtüsü biçiminde teşhir edilmişti. Kızıla çalan beyazlıktaki bu ürün, uçmaya hazırlanmış iki kanat gibi duruyordu. Bazıları, Alençon’un oya işlemeli çelenkleri gibi şuraya buraya atılmışlardı. Malines, Valanciennes, Brüksel ve Venedik dantelleri de, kar taneleri gibi vitrini süslüyorlardı. Vitrinlerin sağ ve sol köşelerinde bulunan ve koyu renkli kumaşlarla sarılmış olan sütunlar, buraya bir mihrap havası veriyordu. Kadının güzellik ve cazibesini yükselten tapınak gibi bu yerde başka konfeksiyon ürünleri de yer alıyordu. Tam orta yerde, eşine az rastlanır gümüş renkli tilki tüyleriyle süslü şahane bir kadife manto, kül rengi kürklerle astarlanmış geniş etekli, parlak ipekliden bir palto, horoz ve sincap tüyleriyle işlenmiş beyaz, parlak ipekliler, kuğu tüylü, tırtıllı ve saçaklı mantolar; nihayet, tiyatro ve balo giysileri, beyaz Kaşmir ipekleri de vardı. Yirmi dokuz franklık sade bir balo kıyafetinden, bin sekiz yüz franka satılan kadife pelerinlere kadar, her zevke göre kılık kıyafet bulmak mümkündü burada. (…) Boyunlarındaki kızıl çuhalara iğneyle tutturulmuş kocaman etiketler, mankenlerin adeta başlarıymış gibi görünüyordu. Camekanın içine karşılıklı olarak yerleştirilmiş olan aynalar mankenleri daha da kalabalıkmış gibi gösteriyor, içinin, iri rakamlarla yazılmış etiketler taşıyan bu mankenlerle doldurulmuş olduğu izlenimi uyandırıyordu.”
Peki, Türk yazarlar Bonmarché’yi ve benzer mağazaları nasıl tasvir etmişlerdir?
Refik Halit Karay, “Bir Avuç Saçma” adlı eserinde, Beyoğlu’ndaki Bonmarche’nin kapanacağı haberini gazetelerde okuduğunu üzüntüyle anlatır. Bu üzüntünün nedeni, bu mağazanın çocukluğunun hatıralarına sahip olmasıdır. Sadece onun değil, çocuk, yaşlı ya da genç tüm İstanbulluların, bu mağazayla yolları kesişmiştir. Karay, bu durumu çeşitli misallerle anlatır. Karay’a göre “Bonmarche başlı başına bir kudret, bir muhit, bir cihandır”. Bu öyle bir kudrettir ki 3 yaşındaki çocuğun bile mal sahibi olma arzusunu öğrendiği ve özlediği ilk yer orasıdır. Çocuklara en büyük vaat, onları Bonmarche’ye götürmektir. Orada “kat kat, istif istif her şekilde, her cinsten, her renkten cicili bicili bir gül zemberekli, düdüklü, yaylı kanatlı, vidalı ve tekerlekli, çalgılı türkülü bin türlü oyuncak” vardır. Şöyle der: “Neler yoktu ki… Mavi gözlü çukur çeneli, donlu gömlekli, patikli çoraplı, kocaman kocaman bebekler mi? Hem de öyle bebekler ki kaldırınca gözlerini açar ve yatırınca kaparlar bir gün karnına basınca mama diye bağırırlar, makinesini kurunca yürümeye başlarlar veya oynamaya kalkarlardı”. İstanbul’daki Bonmarche’de satılan eşyalar saymakla bitmez: “…mutfak takımları, asker taburları, nişan tüfekleri, borular, trampetler, arabalar, trenler, bilyeler, neler neler!”. Mağazada, şekerlemeler de vardır hem de altın varaklara, pembe gazetelere sarılmış, şişelere, acayip kutulara konulmuş, üstlerine resimler, pullar, teller yapıştırılmış…
Çocuk biraz daha büyüyüp, bir mektepli olduğunda da Bonmarche’nin önemi azalmaz. Kaplı defterler, yaldızlı kağıtlar, pergel kutuları, mürekkepli kalemler, boya takımları, yazıhane edevatın her çeşidi tertemiz, pek muntazam, çok göz alıcı bir şekilde yerleştirilmiştir. Refik Halit Karay’a göre bunlardan mektebe bir çanta dolusu götürebilmek büyük saadettir.
O mektepli artık bir genç olduğu zaman ise bonmarche bir randevu mekanına dönüşür. Karay’ın yazdığına göre peçe ucu kaldırarak yapılan muhabbetler, “kışın, dışarıda çamur, soğuk ve çirkinlik doluyken” sıcak bir yuva sağlar. Yazın sıcak günlerinde ise serinlik ve temizlik bulunur. Gel zaman, git zaman deminki genç, çoluk çocuk babası bir adam olur. Bir baba, bir büyük anne, bir nine için yavrusunun elinden tutarak bonmarşeye girmek ve oyuncakçı mekanları önünde durarak: “seç beğen, beğendiğini al” demek büyük bir mutluluktur.
Ziya Osman Saba da Değişen İstanbul adlı yazısında şöyle der: “Evde misafirlikte, kız çocuklarına uslu durursan sana bonmarche’den bir bebek alırım diye kaç kere vaat edildiğini duyduğum bebekler bir gün orada, zaten doğuştan uslu kız çocuklarına artık usluluğun en yüksek derecesinin örneğini vermek istercesine, süslü elbiselerini buruşturmamış, cici patiklerini kirletmemiş, terbiyeli terbiyeli, bir gün gelip onlara layık olabilmeleri için, kız çocuklarının da kendileri gibi uslu oturmalarını uslu uslu bekliyorlardı”.
19 yüzyılda İstanbul/Taksim’de çeşitli Bonmarche tipi mağazalar mevcuttur: Bayker mağazaları; Galata Kulesine bakan köşede, Doğunun en büyük elbise mağazası Viyanalı Mösyö Tiring’e ait, Tiring Galata olarak bilinen mağaza; ya da İngiliz kökenli, Hayden, Binns ve Edwards ailelerinin İstanbul’da açtığı büyük mağazalar.
Zola’nın etkileyici tasvirinin yanında dile getirdiği eleştirel bakışı, Türk yazarlar Refik Halit Karay ya da Ziya Osman Saba’da görmek ise pek mümkün değil. Bu iki yazar nezdinde, Türk edebiyatındaki bonmarchelerin daha yüzeysel değerlendirildiği, ardındaki kapitalist bağlantının dile getirilmediği söylenebilir. Belki de bu, Türk edebiyatında neden bir Zola olmayışının hem nedeni hem de sonucu olarak karşımıza çıkar.
Sonuç olarak; Zola, Saba ve Karay’ın eserlerinde betimledikleri mağazalar, sadece ticaretin değil, aynı zamanda insan ilişkilerinin ve toplumsal dinamiklerin de birer yansımasıdır. Bu mağazalar, geçmişten günümüze, insanların hayatlarında önemli bir yer tutar ve tutmaya devam edecektir. Yazıyı bitirirken, bu mağazaların sadece birer alışveriş mekânı değil, aynı zamanda birer kültürel miras olduğunu hatırlatmak isterim.
Kaynak
Hendrickson, R. (1980). The Grand Emporiums. Philadelphia: UNKNO
Karay, R.H. (2010). Bir Avuç Saçma. İstanbul: İnklap Yayınevi.
Zola, E. (2009). Kadınların Cenneti. İstanbul: Telos Yayınları.