İstanbul Darülfünun’dan İstanbul Üniversitesi’ne geçiş sürecinin ardındaki düşünsel evrim, Ernst Hirsch’in anılarında anlatılır. Ernst Hirsch (1902-1985), Türkiye’ye göçen Alman asıllı Yahudi bilim insanlarından biridir. 1933 yılında geldiği Türkiye’de 20 yıl kalır. Türkçeyi öğrenir ve derslerini Türkçe vermeye başlar. Türkçe kitaplar yazar. Hukuk profesörü olan Hirsch, Türkiye’de sevilir ve kendisi de Türkiye’den “ikinci vatanım” olarak bahseder.
Hirsch, İstanbul Üniversitesi’nin açıldığı yıl Türkiye’ye gelmiş ve burada çalışmaya başlamıştır. Anlattığına göre 1933 yılında kapatılan İstanbul Darülfünun’u içerisinde 5 medrese bulunmaktadır. Tıp, Hukuk, Edebiyat, İlahiyat ve Fen bilimleri. 1924’ten sonra bu medreseler “fakülte” adını alır. Hirsch’e göre adları değişse de “barındırdıkları ruh zerrece değişmemiştir”. İşte bu yüzden “İslam’dan kaynaklanan bu medrese ruhunu kökünden silip atmak ve yerine Batı Avrupa geleneğinde bir üniversitenin merkezini oluşturacak bilim özgürlüğünü getirmek” gerekmiştir. Ona göre Hukuk Fakültesinde bu duruma ilişkin güçlükler kendisini hissettiriyordu. “Aslında sorun” der, “İslamın damgasını vurduğu bir hukuk medresesinin yerine laik bir hukuk bilimleri fakültesi koymaktı”.
Türkiye, İsviçre’den Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu, İcra ve İflas Kanunu, Hukuk Usulü Muhakelemeleri Kanunu, Almanya’dan Deniz Ticareti Knunu ve Ceza Usul Kanunu, İtalya’dan Ceza Kanunu almıştı. Hirsch’in söylediğine göre eski hukukun yok edilerek bu yeni kanunların yürürlüğe girmesi yönündeki buyruk, başlangıçta etkisiz kalmıştır. Çünkü ülkede yeni hukuku uygulayacak ve öğretecek kadrolar yoktur. Yürürlükten kaldırılan hukuk de facto olarak varlığını sürdürür. Nitekim Hirsch de “Kanunların sadece Resmi Gazetede yayınlanma yoluyla ilanı, uygarlık bakımdan en ileri gitmiş devletlerde bile halkın çekirdeğine ulaşmazdı” demektedir. Bu nedenle, “hukuk öğretimi ve yargı aracılığıyla bu yeni kanunlara hayatiyet kazandırmak büsbütün önemli olmuştu”.
Darülfünun’da yetiştirilen hakimlerin o dönemde artık “değersiz” görüldüğüne dikkat çeken Hirsch, bu kişilerin geleneksel İslam hukuku düşünüşüne göre eğitilmiş olduklarını söylemektedir. Öğrencilere, yeni hukukun öğretilmesi gerekmektedir. Bu ise yeni kanunların, “Yalnızca Ankara ruhuyla!” öğretilmesi anlamına gelmekteydi. Bu yolla, “Osmanlı İmparatorluğundaki hakimlerin eğitildiği yerler olan” Darülfünun’un kapatılmasıyla, istenmeyen “bu ruhtan” arınmak mümkün olabilecektir. Peki, yeni kanunu kimler öğretecektir? Bu sorun, Almanya’da Nazi yönetimiyle sorun yaşayan Alman bilim insanlarının ülkeye davet edilmesiyle çözülür.
Darülfünun’u dönüştürme görevi verilen Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galib, 1.8.1933’de yaptığı açıklamada “büyük politik ve sosyal devimler gerçekleşirken İstanbul Darülfünun’unun bunlara tarafsız bir gözle seyirci kaldı”ğını söylemektedir. Ona göre hukukta radikal değişiklikler olurken Darülfünun’daki Hukuk Fakültesi, yeni kanuları sadece müfredatına almakla yetinmiştir. Ders cetvelinde ise hala İslam hukuku ağır basmaktadır. Zaten bir Fransız profesör dışındaki hocaların hepsi, İslam Hukuku’nun düşünce sistemi içerisinde yetişmişlerdir ve Hirsch’e göre bu nedenle de derslerini İslami ruha uygun şekilde vermektedirler.
Hirsch’e göre laikliği uygulamak için üniversitenin, İslam zihniyetinin etkisinde kalmış hocalardan arındırılması gerekir. Yeni kanunların, “zihinsel ve örfsel kavramlarıyla yaşayan” yabancı profesörlere ihtiyacı vardır. Bu kanunları içselleştiren hocalarla, hedeflenen amaca uygun öğrenciler yetiştirebilir. Hirsch, bu bağlamda yabancı profesörleri görevlendirmenin amaca uygun olduğunu söyler. Çünkü der “bu alanlarda geleneğin kırılması gerekiyordu”. Peki bu uygulama başarılı olmuş mudur? Hirsch’e göre başarılı olmuştur. Çünkü geriye dönüp baktığında, “Hukuk Fakültesinde, Müslüman medrese zihniyetinin yerini Batı Avrupa tarzında bir üniversite’nin aldığını” görmektedir.
Anlaşılan o ki, Türkiye’de o dönemde yapılmak istenen reformlarla, Alman asıllı Yahudi bilim insanlarının ülkelerinde yaşadıkları sıkıntılar aynı döneme denk gelmiştir. 1000’den fazla bilim insanının Almanya’dan geldiği ve hem İstanbul hem de Ankara’daki üniversitelerin kuruluşlarında yer aldıkları düşünüldüğünde, Türk üniversite sisteminde bu kişilerin etkisinin bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Böylece üniversitelerde “Ankara ruhu” hakim olabilmiş, ancak M. Fuad Köprülü, Ahmet Ağaoğlu, Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Şekip Tunç, Ö. Ferit Kam, Ahmed Refik Altınay gibi değerli ilim insanlarının kadro dışı bırakılmaları, üniversiteye bilimin değil ideolojinin hakim olduğu endişesini doğurmuştur. Dolayısıyla sonraki dönemlerde üniversitelerde yaşanan ve hala devam eden akademik oligarşinin nüvelerinin bu tarihlerde atıldığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Dr. Hümeyra Türedi
Yararlanılan Kaynaklar
Ali Arslan, Dârülfünun’dan Üniversite’ye Geçiş (doktora tezi, 1991), İÜ Ed.Fak. Tarih Seminer Kitaplığı.
Hirsch, Ernst (2000). Anılarım. Ankara: Tübitak. (syf. 225-231).