Avrupa’da önemli sosyo-ekonomik sonuçlar doğuran ve hatta bazı yorumlara göre Avrupa’yı bugünkü Avrupa haline getiren Kara Veba salgını, İslam dünyasını nasıl etkilemiştir? Y. Ayalon’un Osmanlı İmparatorluğu’nda Doğal Afetler adlı kitabından yola çıkarak bu konuyu inceliyoruz.
Avrupa’nın veba salgınını yaşadığı 14.yüzyılda, Orta Doğu’da da bir veba salgını yaşanır. Ancak vebanın Orta Doğu’da neden olduğu ölümlerin sayısı ve tahribatın niteliği konusunda yeterli kaynak bulunmadığını söylemek gerekir.
Y.Ayalon, Avrupa ve Orta Doğu gibi iki farklı coğrafyanın yaşadığı veba salgınlarının ortaya çıkardığı etkileri karşılaştırmak ister. Ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki afetleri anlattığı kitabının bir bölümünü bu konuya ayırır. “Kara Ölüm ve Osmanlıların Yükselişi” adlı bölümde yaptığı tespitler şöyledir:
1.İslam Dini Yoksullara yardım eder: Ayalon’un tespitlerine göre İslam dininin önemli emirlerinden biri olan zekat sayesinde, o dönemde Orta Doğu’da yoksullar korunmaktadır. Vakıflar aracılığıyla da yine ihtiyaç sahiplerinin gözetildiği görülür. Bu yüzden, Kara Ölüm’den sonraki yüzyıllar boyunca, Orta Doğu’da (ya da İslam Coğrafyası diyelim) yoksulluk ve hayırseverlik tanımları çok fazla değişmez. Yoksullara yardım, her Müslümanın kişisel sorumluluğudur. Yoksullar, Müslüman toplumda bir sorun teşkil etmemiş, aksine zekat emrinin yerine getirilebilmesi için önemli bir rol üstlenmişlerdir. İslam tarihi boyunca, dilencilerin, yolcuların ve hastaların her zaman uyku, sıcak bir yemek veya tıbbi tedavi için başvuracakları yerler vardır. Yardımlar, camiler aracılığıyla ulaştırılmaktadır ve birçok şehirde hastaneler de kurulmuştur. Fiziksel ve zihinsel olarak hasta olanlara veya kalacak yeri olmayan yoldan geçenlere bakılır; hastalara en az üç gün misafirperverlik teklif edilir. Dolayısıyla o dönemde, bölgede hakim olan Memlukluların, Avrupa’daki gibi radikal değişimlere ihtiyacı yoktur. Sıkıntılar olsa da işler yolunda ilerler. Ayalon’a göre işte bu yüzden, Orta Doğu’da değişim yavaş gelişir. Devlet anlayışında kurumsallaşma geç gelir ve şehirler, Avrupa’da ortaya çıkan benzerleri gibi özerk birimlere evrilmez. Avrupa’da hızlı ve radikal değişim gereklidir çünkü Kilise’nin sistemi çökmüş ve ölüm kapıya dayanmıştır. Avrupa’nın bu kötü durumu, Kilise dışında örgütsel birimlere geçilmesine, modern yardım ve afet kontrolü uygulamalarının ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Orta Doğu’da çok sonraları ihtiyaç duyulan idari gelişim, vebanın tetiklemesiyle Avrupa’da önceden tecrübe edilmeye başlanmıştır.
2. Kilise Gibi Bir Kurum İslam Dünyasında Bulunmaz: Ayalon’a göre Avrupa ve Orta Doğu arasındaki en önemli fark, İslam’da kiliseye eşdeğer bir kurumun bulunmamasıdır. Ortaçağ Avrupasının Hıristiyanları için Kilise, hayatlarının önemli bir unsurudur. Kişi vaftiz edildiği andan ölümüne kadar Kilise’nin bir üyesi olmuş ve ona çeşitli yükümlülüklerle bağlanmıştır. Miras dağıtımından evliliğe, yardım toplanmasından cenaze işlerine kadar Kilise her şeye hakimdir. Kilise’nin geniş arazileri ve değerli mülkleri vardır; kendi yasaları, mahkemeleri, vergi tahsildarları da… Ve papalar tarafından yönetilen bir sisteme sahiptir.
Müslüman dünyasında ise ne yüce bir manevi rehberlik kaynağı ne de katı hiyerarşik bir yapı vardır. Bunun yerine, alimler, hakimler, camiler, okullar ve zâviyelerden oluşan dağınık bir ağ oluşturulmuştur. Din, Müslümanların büyük çoğunluğunun yaşamlarının merkezindedir, ancak Hristiyanlıkta var olduğu gibi bağlayıcı bir ilişki ve kontrol yapısı Müslüman dünyasında bilinmez. Dolayısıyla Ayalon’a göre İslam dünyasında isyan edilecek dinsel bir kurum yoktur.
Ayalon’a göre kontrol ve bağımlılık ne kadar sıkıysa, beklentiler de o kadar yüksek olur. Avrupa’da Kilise, beklentileri karşılayamamıştır. Yani Kilise, insanların acı çekmesini önleyemediği için, dini örgütlerin kamusal duruşu geriler. Avrupa’da, tekrarlayan doğal krizler, kilisenin zayıflamasına ve görevlerinin yeni sivil otoriteler tarafından kademeli olarak alınmasına katkıda bulunur. Kilise, Avrupa’yı Kara Ölüm’den koruyamadığı için sivil yetkililer, başka çözümler aramaya başlar.
3. Siyasi süreklilik vardır: Savaşlar ve fetihler on dördüncü yüzyılda Avrupa’yı harap eder. Ancak Memlük yönetiminin göreceli istikrarı, yeni sosyal ve siyasi hareketlerin ortaya çıkma olasılığını azaltır. Kargaşa yoktur. Dolayısıyla, değişimi gerektirecek felaketler ve baskılar yaşanmaz.
4. Dil ve Din: Latince, Orta Çağ’da ayin dilidir ve Kilise, Latince üzerinde neredeyse tekel oluşturmuştur. Yazılar çoğunlukla bu dilde üretildiğinden, Kilise bilginin yayılmasını ve kalitesini büyük ölçüde kontrol etmektedir. Kara Ölüm geldiğinde, birçok din adamı ölür ya da dini görevlerini yerine getirmeyi reddeder. İnsanlar da kendi başlarının çaresine bakmaya başlar. Bu şekilde zamanla insanlar, inançlarına yeni yollarla bağlanmayı öğrenirler. Birçoğu, doğrudan veya başkalarının okumasını dinleyerek seküler metinlere maruz kalırlar. Bu durum, Kilise’nin sahip olduğu hakimiyetin güç kaybetmesi anlamına gelir. Kilise’nin güç kaybetmesi ise sekülerleşmeyi ve bilime yönelmeyi beraberinde getirir.
Ayalon’a göre Orta Doğu’da da kara ölüm sırasında pek çok din adamı ya da bilim adamı ölmüştür. Ancak bu, Avrupa’da olduğu gibi dilsel ve dinsel bir çıkmazla sonuçlanmaz. Çünkü Latince’nin aksine, Arapça dini ritüelin yanı sıra bilimsel ve sıradan işlerin de dilidir. İslam dininin gereklerini yerine getirmek için Müslümanlar mutlaka dini lidere ihtiyaç duymazlar. Yani hayat, veba ile çıkmaza girmemiş, yaşam felç olmamıştır. İşler bir şekilde yürümeye devam etmiş ve dolayısıyla radikal değişimin gereği kalmamıştır.
5. Sorgulama eksikliği görülür: Kara Ölüm’ün ardından Müslüman alimler ve aynı zamanda da toplum, veba ve diğer felaketlerin Tanrı’dan kaynaklandığı önermesini sorgulamazlar. Devletin felaketlerle başa çıkma konusunda sistematik bir çabası da yoktur. Ancak bu sorgulama eksikliğinin, on dördüncü yüzyılın sonlarından itibaren Memlüklere musallat olan iç siyasi çekişmelerin neden olduğu da söylenebilir.
6.Düşünsel Anlayış Değişmez: Ayalon’a göre o dönemde, Orta Doğu’daki alimlerin, hastalıkların bulaşıcılığı konusunda kafaları karışıktır. Bulaşıcılığın yaygın olarak reddedilmesi, avlu ve cami definleri ile hastalık arasında bir bağlantının kurulamasına engel olur. Mısır ve Suriye’deki şehirlerin büyümesi bile mezarlıkların yer değiştirmesine yol açmaz. Yerleşim bölgelerine gömülmenin yasaklanmaması, ölülerin dünyasını yaşayanların dünyasından uzaklaştıramaz. Aynı nedenle sokak temizliği, çöp toplama ve defin uygulamaları gibi hijyenik rutinlerde gözle görülür bir değişiklik olmaz.
Başka bir ifadeyle, 14. yüzyılda Avrupa’da hastalık, yoksulluk, hijyen, ölüm ve ölümle ilgili gelenekler ve ayinler değişir. Toplum değişir, anlayışlar değişir. İşler, yeni çıkarılan kurallara uygun olarak yapılmaya başlanır. Bilim adamlarına yöneliş vardır. Ancak Orta Doğu’da günlük yaşamın işleyişi değişmez. Çünkü sosyal bir kriz yaşanmaz. Dolayısıyla, Orta Doğu’da sosyal bir değişim de gerçekleşmez.
Sonuç olarak, Ayalon’a göre Kara Ölüm’den sonra Avrupa’nın aksine, Orta Doğu’da insanları, yaşamlarını yeniden düşünmeye sevk edecek büyük bir kriz yaşanmaz. Ayalon için bu durum, büyük ölçüde dini yapılanmadan kaynaklanmaktadır. Çünkü genel olarak Hıristiyan ve Müslüman toplumlar, farklı tehdit algılarına sahiptir. Birinin sosyal yapısını parçalayabilen bir felaket, diğeri tarafından sadece başka bir doğal olay olarak görülmüştür. En önemlisi de, Avrupa’da tüm yaşamı yöneten Kilise’ye yönelik tepkiler radikal değişimleri getirirken; İslam dini ile toplumun barışçı entegrasyonu, değişim isteğine yer bırakmamıştır.
Gelelim kitabın bu ilk bölümü hakkındaki düşüncelere… Avrupa ve Orta Doğu’yu veba salgını üzerinden karşılaştıran çalışmaların fazla olmayışı, kitabın önemin artırırken daha fazla beklentiye de neden olur. Bu yüzden kitapta, dönemin İslam alimlerinin salgın hastalıklar konusundaki düşüncelerine Ayalon’un yeterince yer vermemesi, okuyucuda hayal kırıklığı oluşturmakta… Bulaşıcılık konusunda Orta Doğu’da iki görüşün çarpıştığından söz etse de bu iki görüşün yeterli açıklamasını kitapta görmek mümkün değil. Ayrıca aynı tartışmaların dönemin Avrupa’sında da mevcut olduğu biraz ıskalanmış gibi… Salgın konusunda İslam alimlerinin ne türlü düşünceler öne sürdüğü birkaç isim üzerinden anlatılmaya çalışılmış… Ancak onların görüşleri de muğlak kalmış durumda… Hz.Muhammed’in salgın olan yere yaklaşılmaması ve salgın olan yerden kimsenin ayrılmaması konusundaki sözü dışında elle tutulur bir görüş aktarılmamış. Kaldı ki sadece din alimlerinin değil, dönemin yöneticilerinin de konuyla ilgili tutumlarına hiç yer verilmemiş. Dolayısıyla kitabın bu bölümü, dönemin Orta Doğu’su hakkında doyurucu olmaktan uzak… İslam anlayışı ile ilgili biraz kulaktan dolma bilgi verir gibi… Avrupa hakkında verilen daha detaylı bilgiler dışında, yaptığı yorumlamalar sayısal veri ve yazılı belgelerden uzak…
Avrupa’da hijyen anlayışının değişmesi ve kurumsallaşması; yoksullara olan yardımın örgütlenebilmesi; ölülerin şehir dışına çıkarılması; yazar tarafından değişen zihniyetin önemli örnekleri olarak göstermekte… Ancak temizlik ve yoksullara yardımın Orta Doğu’da kişisel sorumluluk alanına indirgenmesi, Orta Doğu’lu devletleri bir kukla gibi göstermekte… Bölgedeki devlet geleneğini yok sayılmakta…
Orta Doğu’da ölülerin şehirlerden çıkarılmaması, toplum hayatına nasıl bir etkide bulunmuştur? Yeterince açıklanmaz. Avrupa’da ölülerin şehrin dışına çıkarılmasının toplumsal açıdan işlevi nedir? Dünyevileşme mi kast edilmektedir? Yine yeterli açıklama bulamıyoruz. Orta Doğu’da vebanın, hayatın doğal parçası olarak görüldüğünden bahseden yazar, “hayatın doğal parçası” olmanın anlamını da açıklamaz. Yazarın kadercilik tuzağına düşmeyerek, Oryantalizmi tekrar üretmemesi takdir edilecek boyutta ancak İslam dünyasındaki “tevekkül” anlayışına değinmemesi önemli bir eksiklik…
Kısacası kitabın ilk bölümü Orta Doğu’da vebaya yönelik anlayışı ve gelişen tepkileri anlamak için yola çıkarken, okuyucuyu heyecanlandırıyor. Ancak yapılan analizler gerekli verilerden uzak… Avrupa ve Orta Doğu arasında, birçok kişinin düşünebileceği farklılıklar sıralanmış gibi… Tabi ki, bu yazılanların sadece bir kitap bölümü olduğunu unutmamak gerekir. Konu üzerine yazılan, bir kitap bölümü değil de kitap olsa idi eleştiriler çok daha sert olabilirdi. Çünkü yapılan analizler, vebanın Avrupa’nın dönüşümü için bir “katalizör” görevi gördüğü yönündeki iddiayı yeterince desteklememekte…Ancak yine de çalışmanın Orta Doğu’daki kara veba konusunda, en azından fikir verici olduğunu söylemek gerekir.
Ayalon şöyle der: “Kara Ölüm’den sonraki iki yüzyılda, Avrupa, Orta Doğu ve Çin de dahil olmak üzere dünyanın geri kalanına göre önemli bir teknolojik avantaj sağlayan yeni bir çağa sıçradı. Avrupalılar, coğrafi keşif öncüleri; uluslararası ticarette lider ve diğer ülkelerin sömürücüleri haline geldiler. Kara Ölüm böylece Batı Avrupa’da başka hiçbir paralellik olmayan yeni bir dünya yarattı” (s.62).
Ama nasıl?
Sorunun cevabını araştırmaya devam etmek gerekir.
(Not: Orta Doğu kavramı Avrupa’nın icat ettiği bir düşünce yapısının ürünü olduğu için kullanmamaya çalışıyorum. Fakat kitap, bu kavram üzerinden yazılmış ve kitaptaki düşünceyi yansıtmaya çalıştığım için bu kavramı ben de kullanmak zorunda kaldım. Doğu dünyasının kendi terminolojilerini öne çıkarmaya ne kadar çok ihtiyacı olduğu yine ortaya çıkmış durumda)
Dr. Hümeyra Türedi
Yararlanılan Kaynak
Ayalon, Yaron (2020). Osmanlı İmparatorluğu’nda Doğal Afetler. İstanbul: İş Bankası Yayınları.