Kategoriler
Siyaset

Batı’ya Karşı Gelen Düşünür: Ranajit Guha

Birçok ülkenin tarihi, Batılı tarih yazını tarafından yok sayılır. İncelemeye bile layık görülmez. Bu anlayışa karşı çıkan, önemli bir düşünürden bahsetmek istiyorum: Ranajit Guha.

Birçok ülkenin tarihi, Batılı tarihçiler tarafından yok sayılır. İncelemeye bile layık görülmez. Bu anlayışa karşı çıkan önemli bir düşünürden bahsetmek istiyorum: Ranajit Guha.


Ranajit Guha (d.1923), Anglo-Saxon tarih yazımı anlayışına karşı çıkan önemli düşünürlerden…Subalten Studies (Madun Çalışmaları) grubunun kurucusu… Hintli bir yazar…

Anglo-Saxon tarih yazımı hakkında bizi düşünmeye sevk eden kitabına göz atacağız bu yazıda… Guha’nın “Dünya Tarihinin Sınırında Tarih” adlı kitabı… İlk basımı 2002 yılında gerçeklemiş, Türkçeye ise 2006’da çevrilmiş…Giriş dahil, beş bölümden oluşan kitabın, akıcı bir biçimde dilimize çevrildiğini de söylemek gerekir.

Guha kitabında, “Tarihsiz milletler” söylemine dikkat çeker. “Yazısı olmayan halkların tarihsiz halklar” olduğu fikrinin, Avrupa’da yaygın olduğundan bahseder. Bu noktada Guha, Hegel’in sözlerini alıntılar. Hegel, Amerikan yerlilerinin devletleri olmadığı için tarihlerinin de olmadığını söylemektedir. Hegel’e göre “içeriği ilk temin eden devlettir”. Bu düşüncesiyle merkezinde devlet olan tarih felsefesinin temellerini de atmıştır. Böylece Hegel, devletçi bir tarih yazımını öne çıkararak, devleti olmayanın tarihi de olmaz savını güçlendirir.

Hegel şöyle der: “İnsanın ancak devlette rasyonel bir varoluşu olur. İnsan bütün varlığını devlete borçludur ve ancak orada var olabilir”. Ve hatta “devlet kurmak kahramanların hakkıdır” (s.61) cümlesini dahi sarf eder. Hegel’in düşüncesine göre Hindistan bu tarihsiz topluluklardan biridir. Hindistan’ın düşünsel başarılarının var olduğunu ancak bunların Hindistan’ı bir devlet yapmadığını söylemektedir. Ancak Guha bu düşünceye karşı çıkarak, Romram Basu’nun kitabını örnek olarak verir. Buna göre East India Şirketi, yönettikleri ülkenin belli başlı dillerini öğrenme kararı alır. Bu amaçla 1800 yılında Fort William College’in açılmasına ön ayak olurlar. Ancak kaynak kitaba ihtiyaçları vardır. Basu’dan kralların birinin hayatını yazmasını isterler (s.26-30). Guha, Bengali dilinde yazılan işte bu kitap ile Basu’nun dünya tarihinin sınırından içeri girdiğini söyler.

Çin ve Hindistan dünya tarihinin dışında kalır çünkü Hegel’e göre buralardaki yönetim biçimlerinde halk özgür değildir, bir despot tarafından yönetilir. Bu noktada, Guha, Yunanistan ve Roma’da herkesin özgür olmadığı gerçeğini hatırlatır. İki ülke de köle toplumudur. Bu gerçeğe rağmen, “dünya tarihi” kuralları esnetilir ve Yunanistan ile Roma dünya tarihine dahil edilir (s.60-61). Guha, dünya tarihi adı altında sadece bir kıtanın tarihinin yazıldığını ve bunun da çeşitli oyunlarla yapıldığını göstermek ister (s. 40).

Bu noktada, Guha’nın öne çıkardığı “dünya tarihi” ve “dünya nesri” kavramlarına değinmek gerekir. Dünya tarihi, Batı’nın empoze ettiği tarihtir. Bu tarih, Batı’nın koyduğu kurallara göre yazılır. Bu kurallara uyanlar dünya tarihine kabul edilirler. Dolayısıyla, Batı’nın tanımladığı şekliyle “dünya tarihi” dar bir alanı kapsar. Batı’nın empoze ettiği dünya-tarihi dışında bir tarih yazım şeklinin bugünün şartları altında çok zor olduğunu söyleyen Guha, “başka anlatım tarzları bulunmalıdır” der (s. 68). Ama nasıl?

“Nasıl?” sorusunun cevabı için “Dünya nesri” kavramının bir başlangıç olacağını düşünür. Guha’ya göre “dünya nesri”, her şeyi kapsar. Tüm insanların varlığını ve çeşitliliğini bu kavramla vurgulamak ister. Batılı tarih yazımının indirmeciliğine karşı edebi metinlerin incelenmesi gerektiğini ve ancak bu şekilde gerçek tarihe ulaşılabileceğini savunur.

Guha’ya göre dünya tarihi, içeriğini “Batılı güçlerin sömürgeci kariyerlerinden” alır. Hindistan’ın yazılmadığı söylenen tarihi de sömürgecilerin elindedir ve istedikleri gibi şekil verecekleri “kilden ibaret”tir (s. 65-66). Britanya’nın sömürgeci tarih yazımını yaydığını ve bunun bir sonucu olarak da Hintlilerin sömürgecilik etrafında dönen ve Batılı devletleri taklit ederek yazdığı, sözde bir tarihlerinin oluştuğunu anlatır.

Tabi ki, Batılıların sömürgeci tarihi yaymak için iyi nedenleri vardır: Kendi sömürge sistemlerinin devamını sağlamak. Guha’ya göre emperyalist sömürgeci devletler, kendi varlıklarını sürdürmek için bu türlü tarih yazımını empoze etmek zorundadırlar. Buna, “sömürgeci tarih” adını verir. Sömürülen ülkeler de kendi tarihlerini emperyalist ülkelerin bir parçası olarak yazarlar. Özgür olduklarını sanırlar. Ancak yaptıkları şey, sömürgeci tarihi tekrar üretmektir.

Guha, bu noktada, tarihselliğin dünya tarihinden dışlandığını belirtir. Avrupa merkezli tarih, kısır bir tarihtir ve gerçek büyük tarihselliği göz ardı eder. Bu dışlanmışlık neticesinde, sömürge ülkelerde iç ve dış çatışmalar yaşanmış, reddedildikleri ortama ve kişilere benzeme isteği belirmiştir. Bu özenti durum, yapmacıklıklar ve kendi olamama gibi psikolojik sorunları ortaya çıkarmıştır. Batıyı taklit etmeye başlayan sömürgeleşmiş ülkeler; bu taklitte sadece iyi yanları almaz, sorunları da taklit etmeye başlar. Avrupa taklit edilirken, taklitçiler; Avrupa’nın Marksist, anti-emperyalist, milliyetçi sorunlarını da devralırlar. Ve kendilerinin olmayan sorunlarla baş etmeye çalışırlar (s.101).

Guha kitabında, genel olarak, Hegelci bakış açısına karşı çıkmaktadır. Hegel’de vücut bulan Avrupalıların burnu büyük havası, tarih yazımında da eksiksiz şekilde görülür. Klasik Oryantalist bakış açısı… Ayrıca Hegel’in görüşleri, sömürgeleştirilmiş toplulukların yok sayılmasını meşrulaştırma girişimi gibi durur. Hegel, sömürgeci devletlerin politikalarını meşrulaştırmak için mi hareket etmektedir? Bir sömürge felsefecisi midir? Tarafsız bir aydın olarak kabul edilebilir mi? Guha’ya göre Hegel, taraflı bir aydın görüntüsü verir.

Hegel’in bu indirgemeci yaklaşımı, tarihi, sadece devletlerin savaşlarından, kararlarından ve anlaşmalarından ibaret görür.  Ancak son yıllarda sosyal tarihe yöneliş, Annales School gibi oluşumlar, tarihin savaşlardan  ibaret olmadığı gerçeğinin nihayet farkına varıldığını göstermektedir. Hegelci bakış açısının hegemonyasından kurtulmanın zamanı çoktan gelmiştir.

Kitapta dikkat çeken nokta, Guha’nın Hindistan’ın tarihsel varlığını Hegelci kavramlar üzerinden ispat çabasıdır. Romram Basu’nun kitabının örnek olarak sunulması, Hindistan’ın dünya tarihine dahil olduğunu gösterme gayreti gibi durur… Guha’ya göre dünya tarihine kabul edilme kurallarının Avrupa lehine değiştirilmesini sağlayan ve dünyanın geri kalanına dayatılan ayrım, Hegel’in devlet teorisi sonucudur. Guha, Hegel’in önemini bu şekilde açıklasa da, tüm bunlar, Hegel’e gereğinden fazla önem veren cümlelerdir. Ayrıca Hegel’in yerine konulabilecek önemli Doğulu düşünür örnekleri de kitapta öne çıkartılmaz. Kitap, bu yüzden, Hegel’in dokunulmazlığını kaldırma misyonundan uzaklaşır.

Tüm kitap boyunca Hegel’in sözlerinin kutsal kitap sözü gibi muamele gördüğü hissine kapılmamak da elde değil ! Guha’nın amaçlarından biri, Hegel’in Batılı alan yazındaki kutsallığına vurgu yapmak olsa da kitap, bu kutsallığın tekrar üretilmesinin sınırında dolaşır.

Hegel’in düşüncelerini kendi menfaati gereği öne çıkartan Batı’nın bu tarih anlayışına, alaycı bir dil kullanarak yaklaşılabilir. Zira Batılıların, Doğulular için kullandığı dilde alay, nefret, küçümseme ve aşağılamanın her türü mevcuttur. Batı’nın anlayacağı dil de kısasa kısastan başkası değildir.

Hegel’in tarih felsefesinin babası olduğunu kim söyler? Batı… Bu noktayı iyi düşünmek gerekir. Peki, Doğu hangi düşünürünü “tarihin babası” olarak öne çıkarmakta? İbni Haldun’a dahi yeterli ilgiyi gösteremeyen bir Doğu ile karşı karşıyayız. Batı ile Doğu’nun propaganda savaşında, Batı açık ara önde görünüyor. Sömürge olan devletler ya da Doğulu devletler kendi düşünürlerini öne çıkarmalı ve kendi kavramları üzerinden kendi tarihlerini yazmalıdır. Kendi tarihlerini yazma işini başkalarına yani Batı’ya bıraktıkları sürece, bu cendereden kurtulma ihtimali yoktur.

Guha’yı okumak zihinlerde pek çok soru işaretinin belirmesini sağlıyor. Mesela “ülkemizdeki tarih yazımı nasıl?” gibi… Sürekli Batı ile yapılan savaşların anlatıldığı, Batı’daki gelişmeler üzerine kurulu olan okullardaki Tarih kitapları, gençlere ne mesaj veriyor? Avrupa’dan başka önemli bir tarih olmadığı mı anlatılmış oluyor? Osmanlı tarihinde, Avrupa ile yapılan savaşlardan başka anlatılacak konu yok mu? Örneğin Karlofça Anlaşması’nın sonuçlarını ezberletmek yerine, Osmanlı Devleti’nin ileri düzeydeki bürokratik geleneği neden anlatılmaz? (Bkz. Carter Findley, Osmanlı Devleti’nde Bürokratik Reform) Gençlerimiz, tarihi, savaşlardan mı ibaret sanmalı?

Batı’nın dışlayıcı tarih anlayışını biz de mi benimsedik? Öğrenilmeye değer tek tarih Avrupa’nınki midir? Farklı medeniyetleri anlatarak bilgi çeşitliliği sunmak, dersleri hem daha evrensel hem de daha dikkat çekici yapmaz mı? Örneğin, Avrupalılar gelmeden önce Amerika kıtasında hüküm süren medeniyetler, Çin, Afrika ya da Japon medeniyetleri, ders kitaplarında yer alamaz mı? Dünyanın sadece Avrupa’dan ve onlarla yapılan savaşlardan ibaret olmadığını ne zaman kavrayacağız?

Kitabının sonunda Guha, yaptığı çalışmalarla en azından sorunları teşhis ederek, bu sorunların çözüme kavuşturulması yolunda bir adım attığını dile getirir. Keşke daha fazla sayıda düşünür Guha gibi bu sorunları dile getirse… Belki o zaman çözüm için bir ışık yanabilir…

Dr. Hümeyra Türedi

Yararlanılan Kaynak

Guha, Ranajit (2006). Dünya-Tarihinin Sınırında Tarih. İstanbul: Metis Yayınları.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir