Daniel Defoe’nun 1665 yılında Londra’daki veba salgını hakkında yazdığı “Veba Günlükleri” adlı kitaba göz atmaya devam ediyoruz.
Daniel Defoe kitabında, Aldgate bölge kilisesinin avlusuna kazılan büyük bir çukurdan bahseder. Bu “dehşetli çukur”, 20 ayak derinliğindedir. İçine ceset arabasının bir hafta boyunca getirdiği ölüler gömülür ki bu rakamın 400 civarında olduğunu tahmin eder. Yazdığına göre yetkililer bu çukurları daha büyük açamazlar, çünkü hakimler cesetlerin yüzeyden en az altı ayak aşağıya gömülmesini emretmiştir ve on yedi veya on sekiz ayak aşağıda su çıkmaya başlar. Bu “dehşetli” çukurun bir ay yeteceği düşünülmüş ancak bu tahmin tutmamış ve iki haftadan az bir sürede çukur kapatılmıştır.
Hastalığın bulaşmaması için insanların çukurlara yaklaşması kesinlikle yasaktır. Ancak bir süre sonra bu yasak daha da önemli bir hal alır. Çünkü insanlar sonları yaklaştığında akıllarını yitirip kendilerini battaniye veya kilimlere sarıp çukura atmaya başlarlar. Arabalara doldurulan cesetlerin yarı çıplak vaziyette, çukura atıldığını da yazmaktadır. İnsanlara tabut yetişmemekte ve dolayısıyla bu “toplu mezarlar”lara gömü işlemi yapılmaktadır.
Defoe, hastalıkla ilgili bazı gözlemlerini de yazar. Ona göre ( 1) Hastalık genellikle evdekilere yiyecek veya ilaç sağlamak için fırın, meyhane, dükkan vb. gibi yerlere yollamak zorunda kalınan, bunun için sokak sokak dolaşan hizmetliler yoluyla bulaşmaktadır (2) Böyle büyük bir kentte sadece bir veba evi olmasını “müthiş bir hata” olarak görmektedir. En fazla 200 veya 300 kişi alabilen bir veba evi (Bunhill Fields) yerine, her biri 1 .000 kişi alabilen üç veba evi olsaydı ve her hasta olan en yakın veba evine gitmek zorunda kalsaydı, hastalığın bu derece yaygınlaşmayacağını iddia eder. Evleri kapatmak yerine hastaları aynı noktada toplamayı daha uygun bulur. Böylece bir hasta nedeniyle eve kapatılan tüm aile, vebaya yakalanma riskinden kaçınmış olacaktır. (3) Defoe, halkın duyarsızlığından da dert yanmaktadır. Şöyle der: “Bu kentin insanları için kendi gevşekliklerinden kaynaklanan ihmallerden daha öldürücü bir şeyin olmadığını da vurgulamam gerekiyor. Salgının geldiğine delalet eden uzun süre boyunca tüm uyarılara rağmen erzak ve diğer ihtiyaç maddelerini alıp stoklamadılar. Eğer böyle yapsalardı, bu önlemleri alarak büyük ölçüde korunduğunu gözlemlediğim bir kesim gibi onlar da evlerine çekilip yaşayabilirlerdi” (s.73).
Defoe, tedavi yöntemleri konusunda da biraz bilgi verir. Yazdığına göre vücuttaki şişlikler “feci acı” vermektedir. Hekimlerin ve cerrahların tedavi için yaptıkları işlemler bazen “hastalara yaralarından daha büyük işkence” olmakta, onları ölüme bile götürebilmektedir. Şöyle yazar: “ Şişlikler kimilerinde çok katılaşıyordu, hekim ve cerrahlar onları açmak için yapışkan bantlarla çekiyor, çeşitli yara lapaları uyguluyor, bunlar işe yaramazsa kesip hacamat etmeye kalkıyorlardı. Bu şişliklerin bazıları hastalığın etkisiyle, bazıları da çok şiddetli çekiştirmekten sertleşiyordu, öyle ki hiçbir alet onları kesemiyordu. Hekimler, kesemediklerini yakılarla çıkarmaya çalışıyor; hastaların çoğu ya bu uygulama sırasında ya da çektiği acıya dayanamadığı için çıldırıp ölüyordu”. (s.79)
Eğer şişliğin baş verip yarılması ve içindeki cerahatin akması veya cerrahların deyimiyle dağılması sağlanabilirse hasta çoğunlukla iyileşiyordu. Belirtileri geç gösterenler ise ölmelerine çok kısa bir süre kalana kadar durumdan habersiz hayatlarına devam ediyordu, “ta ki sara veya inmede olduğu gibi bir yerde düşüp kalana kadar” (s.79). Yazdığına göre bu gibi kişiler birdenbire fenalaşıyor, uygun herhangi bir yere, mesela bir sıraya oturuyor veya mümkünse evlerine doğru yola koyuluyor ve giderek güçsüzleşip ölüyordu.
Ayrıca bazı hekimlerin tavsiyesiyle yazın en sıcak günlerinde bile
yalnız sokaklarda değil, evlerde de çok miktarda kömür yakılıyordu. Kömür ateşinin yaydığı sıcaklığın hastalığı öldürdüğü söyleniyordu. Bu düşünceye göre kömürde bulunduğu söylenen kükürt, nitrat ve zift parçacıkları yanarken havayı temizleyip arındırıyor ve zararlı zerrecikler yanıp dağıldıktan sonra havayı solumak için güvenli ve sağlıklı hale getiriyordu. Bazı hekimler ise bu düşünceye karşı çıkıyor, evleri ve
odaları sıcak tutmanın kanda zaten mayalanma ve hararete
yol açan hastalığı iyice azdıracağını, hastalığın zaten sıcak havada
yayıldığını ve arttığını söylüyorlardı. Bu hekimler, hastalığın soğuk havada hafiflediğinin bilindiğini, o yüzden bütün bulaşıcı hastalıklar
için sıcağın en kötü şey olduğunu, çünkü sıcak havada bulaşıcılığın beslendiğini, güç kazandığını, yani sıcağın hastalığı
azdırdığını iddia ediyorlardı (s.213-214). Buna rağmen, tüm sokaklarda ve evlerde yaz sıcağında kömür yakılıyordu. Kömüre olan bu talebin kömür fiyatlarını çok yükselttiğini de söyleyelim.
Defoe, hemşirelerin bakmaları için tutuldukları hastalara çok gaddarca davrandıklarını, onları aç bıraktıklarını, boğduklarını veya başka yollarla sonlarını hızlandırdıklarını işitir. Bekçilerin ise nöbet tuttukları kapalı evde sadece tek bir hasta kaldığında, eve zorla girip hastayı öldürdüğünü ve cesedini hemen ceset arabasına atarak daha soğumadan mezara gönderdiğini duyar. Bazı mezarcıların, cesetlerin sarılı olduğu iyi cins ketenleri dahi çaldıklarını söylerler. Bu dönemde, hırsızlar da boş durmaz. Özellikle bütün ailenin veya bütün sakinlerinin ölüp götürüldüğü evlere girerek, “hastalığı kapma pahasına ölülerin giysilerini ve yataklarındaki çarşafları bile” alırlar. Çok sayıda kadının, hastalara bakmak için hemşire olarak gittiği evlerde hırsızlık yaptığını duymuştur. Bu olaylara karşı önlem alabilmek için bölge yetkilileri hastalara bakmak üzere hemşireleri kendileri göndermeye başlar. Böylece kimin nereye yollandığı kayıt altına alınmaya başlanır.
Toplumsal olarak yaşanan bu anarşi durumunu, Defoe’nun kitabı üzerinden gözlemlemeye devam edeceğiz.
Dr. Hümeyra Türedi
Yararlanılan Kaynak:
Defoe, Daniel (2016). Veba Yılı Günlüğü, İstanbul: İş Bankası Yayınları.