Peter Burke’nin “Bilginin Toplumsal Tarihi” adlı kitabındaki bazı hususlara kısaca göz atacağım bu yazıda… Ancak bu yazının, bir kitap incelemesi olmadığını da söylemek isterim.
Burke, kitabında bilginin toplumsal ya da sosyal bir tarihinin var olduğunu anlatmaya çalışır. İnsanların geçmiş yıllarda neyi bildikleri, ne bildiklerini sandıkları, hangi bilgilere önem verdikleri, araştırmalarını ne üzerinde yoğunlaştıkları, bilgiyi nasıl edindikleri araştırılması gereken önemli konular olarak çıkar karşımıza (s.3).
Burke, kitabında bu konunun “bilgisizliğin tarihi” ya da “cehaletin tarihi” olarak da adlandırılabileceğini söyler. Çünkü bilginin tarihinin yazılması, aynı zamanda bilgisizliğin tarihini de yazmak demektir (s.6).
Bilginin tanımı nedir? Hangi bilgi, gerçek ilgidir? gibi felsefi sorular bir kenara bırakılırsa, bilginin tarihinin iktidarlarla doğrudan ilintili olduğu görülür. Bu noktada, özellikle Pierre Bourdieu’nun “kültürel sermaye” kavramına değinmek gerekir. Bourdieu, bu kavramla bazı çevrelerin bilgi üzerinde kurduğu hakimiyeti anlatır. Bizlere bazı bilgilerin öğretildiği ancak bazı bilgilerin ise öğretilmediğinden söz eder. Niçin ders kitaplarına bazı bilgiler yer alırken, diğer bazı bilgilere yer verilmez? Bilgiler, neye göre seçilir? Bu bilgilerin seçiminde hakim sınıfın menfaati nedir? Başka bilgiler seçildiğinde iktidarın hakimiyeti tehdit mi edilir? (s.34).
Dolayısıyla Burke, bilgiyi “enformasyonun işlenmiş hali” olarak görmektedir ki bu durum da bilginin siyasal bir araç olarak kullanılabileceği düşüncesine bizleri götürmektedir (s.12). Bilgiye sahip olma, onu seçme ve istediği bilgiyi paylaşma ayrıcalığına sahip olan iktidarlar, sadece son yüzyılın eseri değildir. Her zaman vardırlar. Nitekim Cardinal Richlieu (1585-1645) tarafından dile getirilen “bilginin üst sınıfına ait olduğu” düşüncesi, bilginin belli bir kesimin egemenliğinde olduğunu gösteren tarihsel bir örnektir.
Bir bilgiye ulaşan kişi, bu bilgiyi başkalarıyla paylaşmak zorunda mıdır? Bu sorunun cevabına “Hayır” diyenler, geçmişte alt sınıfa her şeyin öğretilmesine gerek olmadığını savunmuşlardır. O halde “hangi tür bilgi herkese açık olmalı?” sorunsalı üzerinde düşünmek gerekir (s.12).
Bilgiyi tarafsız bir şekilde işleyebilecek ve paylaşabilecek bir sınıfın varlığında bahseder Burke: Aydınlar ya da Aydın insan.
Burke, Mannheim’ın aydınlar için kullandığı bir kavramdan da söz eder: “Boşlukta yüzen bilginler”. Mannheim, hiçbir yerle veya kişiyle bağı olmayan “görece sınıfsız bir tabaka”nın tarifini yapmak istemiştir (s.18). Ona göre alt tabaka ve üst tabakanın aydınları kendi aralarında bir sınıf oluşturmaktadır. Kimseye bağlı olmadan, boyun eğmeden, sadece ilime kendini adamış bir sınıf…
Bu noktada, Burke’nin entellektüel ve bilgin kavramlarını birbirinin yerine kullandığını da söylemek gerekir. Burke’nin söylediğine göre 15. ve 18. yüzyıl arası bilginler kendilerini “Republica litteraria”nın üyesi saymışlardır. Bu dünyadaki bilindik bağlarla yaşamadıklarını, başka bir boyutta yaşadıklarını anlatmaya çalışmışlardır. Birbirlerine kitaplar, mektuplar göndermişler; ziyaretler düzenlemişlerdir (s.18).
Ancak bu ne kadar gerçek olabilir? Mümkün müdür? Aydınlar/bilginler/entellektüeller, yetiştikleri toplumsal pratiklerden, ideolojilerden ve bulundukları sosyo-ekonomik sınırlılıklardan nasıl arınabilirler? Ne kadar aydın olabilirler? Aslında gerçek aydın/bilgin, sınıfsal farklılıkları ve baskıları göz ardı etmeyi bilmelidir. Ancak bunun başarabileceğine inanmayan Burke de hiçbir aydının/bilginin bağımsız olmadığını söyler (s.33).
Başka yazılarda, Burke’nin düşüncelerini incelemeye devam edeceğiz.
Dr. Hümeyra Türedi
Kaynak
Burke, Peter (2000). Bilginin Toplumsal Tarihi, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.