Victor Hugo’nun ünlü eseri Sefiller’deki baş kahraman Jean Valjean’ın bir kürek mahkumu olduğunu herkes bilir. Dönemin adaletsizliklerinden nasibini alarak, sadece ekmek çaldığı için bir kürek mahkumu olmuştur. Zaten Hugo da o dönemde yapılan beş hırsızlıktan dördünün nedeninin açlık olduğunu yazmaktadır. Jan Valjean, cezaevine “ağlayarak ve titreyerek” girmiş ve “duygularını kaybetmiş bir adam olarak” çıkmıştır. Hugo şöyle der: “Oraya umudunu kaybetmiş bir halde girmiş ve oradan karamsar bir ruh haliyle ayrılmıştı” (s.103)
Victor Hugo, kitabında kürek mahkumları için “forsa” kelimesini kullanır. Kürek mahkumlarını taşıyan bir at arabasını ise şöyle tasvir eder: “…orada sadece kuru, sönmüş ya da kasvetli ışıkla aydınlanmış gözler vardı. Muhafız takımı sövüp sayıyor, zincire bağlanmış mahkumlar seslerini çıkarmıyorlardı; ara sıra kürek kemiklerine ya da kafalarına inen sopaların sesi duyuluyordu… Üzerlerindeki paçavraların görüntüsü korkunçtu; ayaklar sarkıyor, omuzlar sarsılıyor, kafalar birbirine çarpıyor, demirler çınlıyor, gözbebekleri vahşi bir alevle parlıyordu; elleri ya yumruktu ya da ölü gibi açıktı (…) Bu araba dizisi her halükarda iç karartıcıydı. Yarın ya da bir saat sonra, peş peşe sağanak yağacağına, yırtık pırtık giysileri bir kere ıslandığında bu adamların bir daha kurumayacaklarına, bez pantolonlarının yağmurla kemiklerine yapışacaklarına, nalınlarının suyla dolacağına, kamçı darbelerinin dişlerinin takırdamasına engel olamayacağına, zincir onları boyunlarından çekerken ayaklarını boşlukta sallamaya devam edeceklerine şüphe yoktu … Bedenlerini her türlü hava koşuluna teslim etmiş, insan benzeri bu yaratıkları görüp de ürpermemek imkansızdı… (s.211)
(…) burada her tür hayvanın kafatası, yaşlılar, yeni yetmeler, çıplak başlar, kır sakallar, sinsi canavarlıklar, hırçın boyun eğilen, vahşi sırıtışlar, çılgınca davranışlar, (…) iskelete benzeyen ve tek eksiği ölüm olan sıska yüzler vardı. İlk arabanın üzerinde bir zenci görülüyordu, kim bilir belki kölelik zinciriyle kürek zincirini kıyaslıyordu. Yeryüzünün en aşağılık utancı bu yüzlere damgasını vurmuştu; alçalmanın bu derecesinin son dönüşümleri tüm benliklerine yayılmıştı ve sersemlik halini almış bir cehalet umursamazlığa dönüşmüş bir zekaya denkti” (s.212-213)
Bunlar “forsa”lardı yani kürek mahkumları…
Cosette sorar: “Baba, bunlar insan mı?”
Jan Valjean’ın cevabı acıdır: “Bazen” (s. 214)
Hugo, bir tarihçi bilinciyle kürek mahkumlarının gördüğü muameleyle ilgili şunları da kayd eder: “Paris Chatelet’de geniş, uzun bir mahzen vardı. …pencere ya da hava deliği yoktu…çamurla kaplanmış zemini (vardı)…kalın bir kiriş bu yeraltı mahzenini boydan boya kaplıyordu ve bu kirişten aralıklarla üç ayak uzunluğunda, uçlarında halkalar olan zincirler sarkıyordu. Kürek mahkumiyeti cezası almış olanlar Toulon’a gidene kadar bu mahzende tutuluyorlardı. Her biri karanlıkta titreşerek beklerken sarkmış kollara benzeyen zincirlere, açılmış ellere benzeyen halkalara asılıyor, öylece kendi hallerine bırakılıyorlardı. Zincir kısa olduğunda yere uzanamıyor, bu karanlık mahzende, o kirişin altında, dizlerine kadar çamura batmış halde adeta asılı duruyorlardı. Ekmeğe ya da testiye uzanmak için olağanüstü çabalar harcıyor, dışkıları paçalarından sızıyor, yorgunluktan tükendiklerinde dizleri ve kalçaları bükülüyor, dinlenmek için elleriyle zincire asılıyor, ayakta uykuya daldıkları için her an halkanın boğazlarını sıkmasıyla uyanıyor, bazıları ise uyanmıyordu. Yemek yemek için çamurun içine atılan ekmeği topuklarından dizlerine, oradan da ellerine çekiyorlardı. Ne kadar bu halde kalıyorlardı? Bir ay, iki ay, bazen altı ay boyunca; bir tanesi bu mahzende bir yıl boyunca bekletilmişti. Burası kürek mahkumiyetinin bekleme odasıydı. Birisi kralın ormanındaki tavşanı çaldığı için buraya atılmıştı. Cehennemi andıran bu mezarlıkta ne yapıyorlardı?” (s.306).
J. Valjean de benzer süreçlerden geçerek, yıllar boyu kürek mahkumu olarak yaşamıştır. Kendisini tamamen suçsuz görmemiş, hatta ekmek çaldığı için vicdani muhasebesini de şöyle yapmıştır: “(…) istemiş olsaydı belki de o ekmeğin kendisine verilebileceğini, her halükarda, merhametin ve çalışmanın sonuçlarını beklemenin daha uygun olacağını itiraf ediyordu (…) açlıktan ölenlere nadir rastlandığını, (…) insanların doğası gereği kolay kolay ölmediğini, bu yüzden sabretmek gerektiğini…itiraf etti”. Fakat, “bu iç karartıcı öyküde tek suçlu kendisi miydi? … itiraf edilmiş bu suça verilen bu ceza acımasız ve abartılı değil miydi? Yasanın verdiği cezada, mahkumun işlediği suçtan daha fazla suistimal yok muydu?… cezanın aşırılığı suçluluk damgasının silinip gitmesini sağlıyor muydu? Ve bu aşırılık durumu tersine çevirmeye, baskıcı yasaların hatasını suçlunun hatasıyla örtmeye, suçluyu kurban, borçluyu alacaklı düşürmeye ve adaletin onu bizzat ihlal edenden yana tecelli etmesine neden olmuyor muydu? …toplumun bireye karşı işlediği bir suça dönüşmüyor muydu?” (s. 104-105).
“Toplumun, tesadüfün sihirli değneğiyle gelen refahtan en az pay alan, dolayısıyla korunmaya en layık olan üyelerine böyle davranması acımasızlık değil miydi? (…) verdiği zararla kendisine verilen ceza arasında büyük bir uçurum olduğunu söylüyor ve nihayet cezasının aslında bir haksızlıktan değil yozlaşmadan kaynaklandığı sonucuna varıyordu” (s.105)
Ceza kanunlarını fırtınalı bir denize benzeten Hugo, “tayfalar ve yolcular denizle boğuşan adamı fark etmiyorlar, zavallı kafası devasa dalgaların arasında bir noktadan ibaret… Kimse onu fark etmiyor… ayağı kayıp suya düşenlerin, işi bitmişti…uçsuz bucaksız denizin ortasında çırpınıyor…hain okyanus onu boğmaya çalışıyor, enginliğiyle onun can çekişmesiyle alay ediyor. Bu okyanusun tamamı adeta kin kusuyor. …”imdat” diyor…hiç kimse yok. Tanrı nerede?…enginliklere, dalgalara, yosunlara, gizli kayalıklara yalvarıyor; hepsi sağır…umutsuzca kendini koyuveriyor, bıkkınlıkla ölmek istiyor…deniz, ceza yasalarının lanetlediklerini attığı acımasız sosyal karanlık. Deniz, sosyal bir sefalet. Bu girdapta akıntıya kapılan ruh bir cesede dönüşebilir” (s. 114)
Serbest bırakılmak, özgürlük demek değildi. Cezaevinden çıkılsa da mahkumluğun ruh halinden çıkılmıyordu” (s.115). Dolayısıyla, mahkumun insan yasalarına duyduğu kin “durdurulmazsa zamanla topluma, ardından insanlığa ve evrene duyulan kine dönüşebilir”di (s.111).
Victor Hugo, yaşanan haksızlıkları dile getirmekte, bunları saklamanın toplumu iyiye götürmeyeceğini öngörmektedir. Şöyle der: “Uygarlığın altı daha derin ve karanlık olduğu için üstünden daha mı önemsizdir? Altındaki mağaraları görmezden gelerek bir dağı tanımak mümkün müdür?” (s.296)
Victor Hugo, döneminin haksızlıklarını öyle iyi tasvir eder ki Fransız İhtilali’nin nedenlerinin anlaşılmasını kolaylaştırır. Toplumun yaşadığı sefaletin ve adaletsizliğin, elitlere yönelik öfkeyi nasıl artırdığı açıktır. Sefiller; Cosette ya da J.Valjean’dan ibaret değildir. Din, dil, edebiyat, siyasal sistemler, tarih, hatta kanalizasyon sistemleri… Sefiller’i okuyarak, dönemle ilgili bir çok bilgi edinilebilir. Bu yazıda sadece kürek mahkumlarıyla ilgili sözlerine değindim. Sefiller’i başka yazılarda da konu edinmeye devam edeceğim.
Dr. Hümeyra Türedi
Kaynak
Hugo, V. (2021). Sefiller. Cilt 1-2. İstanbul: İş Bankası Yayınları.