Kategoriler
Tarih

Salpetriere Kliniği ve Histeri

Jean-Martin Charcot adlı Fransız doktorun, histeri krizindeki kadınları teatralleştirmesinden bahsedelim bu yazıda… Yukarıda Andre Brouillet tarafından yapılmış bir resim görüyorsunuz. Resimde, Paris’teki Pitié-Salpêtrière Hastanesi’nde klinik bir konferansta histeri nöbeti geçiren bir kadını sergileyen Fransız nörolog Jean-Martin Charcot (1825-1893) tasvir ediliyor.

Jean-Martin Charcot adlı Fransız doktorun, histeri krizindeki kadınları sergilemesinden bahsedelim bu yazıda… Yukarıda Andre Brouillet tarafından yapılmış bir resim görüyorsunuz. Resimde, Paris’teki Pitié-Salpêtrière Hastanesi’nde klinik bir konferansta histeri nöbeti geçiren bir kadını sergileyen Fransız nörolog Jean-Martin Charcot (1825-1893) tasvir ediliyor.


Önce Salpetriere Hastanesi ile yazıya başlayalım. Hastane, 1656 yılında Kardinal Mazarin tarafından kurulmuştur. Amaç, fakir ve hasta kadınların şehrin sokaklarında dolaşmasına engel olmak ve daha güveli bir şehir oluşturmaktır. Aynı durumdaki erkekler ise Gentilly’deki Bicetre’ye gönderilmektedir. Salpetriere, sadece Paris’in değil, Avrupa’nın da en büyük hastanesidir. Dilenciler, yetim kızlar, epilepsi hastaları, ruh hastaları, evsizler, fahişeler bu binaya toplanır. Hastane özelliğiyle öne çıkan kurum, aynı zamanda barınak işlevi de görmektedir. Toplumda marjinal olanların, toplum tarafından izole edildiği ve yalnızlaştırıldığı bir kurum olur (Micale, 1985: 707). Faucoult da bu kurumları, “sadece delileri değil; aynı zamanda yaşlıları, hastaları, işsizleri, aylakları, fahişeleri, toplumsal düzenin dışında olan herkesi kapatmak için” kurulan yapılar olarak tanımlar (Foucoult, 2007).

1789 yılındaki İhtilal ‘den önce hastanede medikal bir polis gücü bulunur. Medikal polis, hastane koridorlarında dolaşarak asayişi sağlar. Bu dönemde, akıl hastaları karanlık hücrelere kapatılmaktadır. Hastaların boyunlarına ve ayaklarına demir zincirler vurulmaktadır (Micale, 1985: 706).

Hastanenin, şehirdeki imgesi pek de iyi değildir. Çığlıkların duyulduğu, şehrin merkezinden uzak, uğursuz ve korkunç bir yer olarak bilinir. Hatta toplumsal hafızaya, Bastille’den daha da korkunç bir yer olarak kazınır. Akıl hastalarının hastaneye götürülürken oluşturduğu kafile, şehrin içinden geçerken alaylara ve atılan taşlara muhatap olur. Hastanedeki korkunçluk, Swift, Hogarth ve Goya’nın resimlerinde de görülmektedir (Micale, 1985).

Salpêtrière, 17. yüzyılda toplumdan dışlanmış kadınlarla doludur; 1690’da burada üç bin kadın bulunmaktadır. Binlerce yoksul, berduş, dilenci,
“yıpranmış kadın”, “yaşlı hizmetçiler”, saralı, iflah olmaz deli, saldırgan, sakat, kronik hasta, zihinsel engelli, evlenmemiş ya da hamile kadınlar buradadır (Taş, 2022: 638). François Cognel, Salpêtrière’yi şu şekilde tasvir etmiştir: “[B]üyük bir çılgınlığa kapılan deli kadınlar, localarının önünde köpekler gibi zincire vurulmuşlar ve gardiyan kadınlar ile ziyaretçilerden demir bir parmaklıkla korunan bir koridorla ayrılmışlardır; gıdaları ve üzerinde yattıkları saman onlara bu parmaklıklardan verilmektedir; etraflarındaki pisliklerin bir kısmı tırmıklarla çekilmektedir.” (Taş, 2022: 638).

Hastane; 273 bacası, 1641 gaz lambası, 4692 penceresi ve kapladığı 310,000 metrekarelik alanla devasa bir kurumdur. Günlük nüfusu 5000 sayısını geçer. Hastalar, çalıştırılmaktadır ve dolayısıyla hastane kendi kendine yetmektedir (Micale, 1985).

Hastanede, 1795-1826 yıllarında Philippe Pirel başkanlık yapar. Pirel döneminde, kan akıtılan tedaviler ve hastalara şiddet kullanımı yasaklanır. Ama yine de buz gibi suyla duş yaptırma, deli gömleği giydirme, döner sandalye tedavisi, açlık kürleri gibi tedavi yöntemleri devam etmiştir (Taş, 2022: 638). Salpetriere, zamanla önemli bir tıp merkezi haline gelir. Martin Charcot, 1849 yılında kuruma öğrenci olarak gelir ve 1862’de kurumda medicin en chef mertebesine yükselir. 1893 yılındaki ölümüne kadar, yani 30 yıl, bu önemli görevi sürdürür. Hastane, Charcot ile öylesine bütünleşir ki, Charcot’un Hastanesi olarak dahi anılmaya başlar.

Jean Martin Charcot, 1862’de hastanede çalışmaya başladığında, tımarhanede histeri krizleri geçiren kadınlarla ilgilenmeye başlar. Bu hastanede birçok nörolojik çalışma yapılmaktadır ki bu çalışmalar Fransa’da romatoloji ve nöroloji bilimlerinin gelişimini sağlar. Ayrıca bu dönemde Freud, beyin hastalıklarının anatomisi üzerine araştırma yapmaktadır ve 1895’te Salpêtrière’de çalışmak için bir hibe ister. Freud, Charcot’un derslerine katılır ve bu derslerden oldukça etkilenir (Micale, 1985).

Histeri, 19.yüzyılın ikinci yarısında Paris’te yükseliştedir. Kalp çarpıntısı, boğazda sıkışma, düzensiz nefes, kulaklarda vızıltı, görüntü kaybı, bayılma, bağırma, çırpınma, ağlama ve gülme; histeri semptomları olarak sayılır. Salonlarda, kafelerde, toplantılarda sürekli histeriden bahsedilmektedir. Hastalık merak edilir. Histeri; romanlara, operalara, danslara, dergilere konu olur (Stephenson, 2001: 28).

Araştırmacı Stephenson’a göre Charcot’un histeriye yönelik tedavisi, dönemin kadınlara yönelik toplumsal bakışının bir tezahürü olarak değerlendirilmelidir. Histeri krizindeki kadın, erkeklerin hükmedici bakışları altında seyredilmekte ve hakkında hüküm verilmektedir. Tıpkı eski zamanlarda rahiplerin yaptığı gibi erkek psikiyatrlar kadınların içindeki
şeytanı çıkarmakta, onu pasifleştirmekte, “tedavi etmektedir”. Bu durum, kadının ötekileştirilmesi ve toplumdan dışlanması bağlamında hastanenin kayda değer bir geçmişiyle uyum içerisindedir (Taş, 2022: 638).

Charcot, histerik kadınları etkileyici, kaprisli, tembel, yalancı, şuh, dik kafalı kötü eşler olarak tasvir eder (Stephenson, 2001: 30). Ona göre histeri kalıtsaldır ve histeriklere güven olmaz. Ayrıca Charcot, histerikleri ve feministleri aynı potaya koymaktadır. Bu bağlamda, 19. yüzyılda kadın olma ile delilik arasında sıkı bir bağlantı olduğu düşünülmüş ve bu düşünce de
bilimsel, edebi ve popüler söylemde yerleşmiştir (Taş, 2022: 627).

Charcot’un histerik kadınlarının en önemli bedensel duruşu; başın arkaya doğru atıldığı, bedenin bir köprü gibi geriye doğru gerildiği durumdur. Çoğu durumda ayaklar ve baş yerde ya da yataktadır. Charcot, histerinin bir hipnoz hali olduğunu düşünmektedir. Histeri halindeki kadına elektrik şoku vermek ya da vücudun bazı noktalarına baskı uygulamak gibi yöntemler dener.

Albert Londe’nin fotoğrafı. Charcot’un histeri krizindeki erkek hastası.

Bu dönemde Charcot, oldukça popülerdir ve her hafta histeri halindeki kadın hastalarını sanatçılardan, yazarlardan, gazetecilerden, siyasetçilerden oluşan bir izleyici kitlesini teşhir etmektedir. İzleyici sayısı 500’ü bulur. Dönemin ünlülerinin izlediği bu derslerde kadın hastalar hipnotize edilmiş, uyaran-tepki şemasına dayalı olarak doktorun buyruklarıyla semptomları tetiklenmiş ve sergilenmiştir. ‘Histeriklerin Kraliçesi’ olarak bilinen Blanche Wittmann gibi pek çok kadın, bu derslerde araştırma nesnesine indirgenerek bedensel hareketleri, kasılmaları, bayılmaları büyük gösterinin bir parçası olarak, histerinin kanıtları olarak sunulmuştur (Taş, 2022: 639). Bu noktada, Charcot’un derslerinin ve çekilen fotoğrafların birer kurmaca olduğu yönünde iddiaların da varlığını belirtmek gerekir (Taş, 2022).

Salı günü yapılan bu teşhirlerin bazılarında Lavigerie, Emile Durkheim, Guy de Mauppasant veya Lepine’i görmek mümkündür. Histeriyi fotoğraflayabilmek için bir fotoğraf birimi dahi kurulmuştur. Salpêtrière Hastanesi, 19. yüzyılda Charcot’nun yönetiminde histeri tanısının fotoğrafik belgelerinin üretildiği merkez olması açısından büyük önem taşımaktadır (Taş, 2022: 638). Krizdeki hastaların fotoğrafları yaygınlaşır. Böylece histeri “görünür” olmuş, histeri krizindeki kadınlar birer nesneye dönüşmüştür. Bu fotoğraflarda ve yapılan resimlerde, hastaların beden duruşlarının erotikleştirildiği görülmektedir. Böylece bu dönemde, sinir hastalıklarının çekiciliği kamuoyuna yayılır. Alain Corbin’e göre Richard Strauss’un Elektra‘sındaki çığlıklar, Wagner’in Kundry’sinin iç parçalayıcı pişmanlıkları, opera sahnelerinin kadın kahramanları, bu dönemde meşhur olan Salpetriere “yıldızları” ile nerdeyse yarışa girerler (Corbin, 2021: 596).

1960’lı yıllarda yapılan feminist incelemeler ise histeri geçiren kadının aslında baba otoritesinin baskısına bir başkaldırıda bulunduğunu söylemektedir (Stephenson, 2001: 33).

Charcot, Salpetriere’yi “yaşayan bir patoloji müzesi” olarak tarif eder. Ancak bugüne kadar pek çok şey değişmiştir. Örneğin bugün, Charcot’un çalıştığı bina bölümleri artık yoktur. Hastane arazisinin büyük bölümü de satılmış durumda… Hastalar artık çalıştırılmıyor. Ve kültürel imge açısından toplumun belleğinde yüksek bir yere sahip değil…

Yararlanılan Kaynaklar

Corbin, A. (2001). Özel Hayatın Tarihi 4. İstanbul: Alfa Yayınları.

Foucault, M. (2007). Cinselliğin Tarihi. (Tanrıöver, H. U. Çev.) İstanbul: Ayrıntı.

Micale, M. S. (1985). The Salpetriere in the Age of Charcot: An Institutional Perspective on Medical History in the Late Nineteenth Century. Journal of Contemporary History. Medicine, History and Society, 20 (4). pp. 703-731.

Stephenson, B. (2001). Charcot’s Theatre of Hysteria. Journal of Ritual Studies, 15 (1), 27-37.

Taş, T. (2022). Sanatsal İmgeden Tıbbi İmgeye: Salpêtrıère Fotoğrafları ve Histerik Kadın Bedeninin İnşası . Sanat Tarihi Dergisi , 31 (1) , 625-651 . 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir