Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” (1998) adlı romanı, bir kurgu olsa da Doğu-Batı karşıtlığını ve bu karşıtlığın insan psikolojisi üzerindeki etkilerini gözler önüne sermekte… Romanda; nakşetmenin anlamı, büyüsü ve zenginliğinden bahsedilmesi, çoktandır unutulan bu sanatı gündeme taşırken; Doğu’nun da Batı’ya denk bir sanat anlayışı olduğunu hatırlamamızı sağlar.
Orhan Pamuk’un anlattığı kadarıyla nakkaşların dünyası, “yapraklar, dallar, güller, çiçekler, kuşlar, Çin usulü bulutlar, birbirinin içine geçen yapraklar, renk ormanları, içlerine gizlenmiş ceylanlar, kadırgalar, padişahlar, ağaçlar, saraylar, atlar, avcılar”la rengarenktir (s.9). Bu nakışları, duvarlarda, köşklerin tavanlarında, süs eşyalarında ya da kitapların sayfa süslerinde görmek mümkündür.
Kitapta Doğu’nun Batılılaşma sancıları bir hikaye etrafında anlatılır. Bu hikaye ise iki soru etrafında döner ki bu sorular Batılılaşmak ve Doğulu kalmak arasındaki çelişkiyi ifade eder. Birinci soru şöyledir: “Nakkaşın kendi şahsi usulü, kendine mahsus bir rengi, sesi var mıdır, olmalı mıdır?” (s. 25).
Doğu anlayışına göre “gerçek hüner ve ustalık hem erişilmez bir harika resmetmek hem de bu harikada nakkaşın kimliğini ele veren hiçbir iz bırakmamaktır” (s. 26). Bırakılan kişisel iz bir “hata” olarak görülür (s. 26). Zira en iyi nakkaş, kendi izini bırakan değil, her şeyi eski üstatlar gibi resmedendir (s.81).
Üslup, imza ve şahsiyet hevesi; nakşın geleneğinde yoktur. Şöyle denir: “Şeytanın dürtmesiyle resimlerin kusursuzluğunun eski üstatlara borçlu olunduğu unutulur” (s.72). Nakkaş, beğenilmek için eserine kendisinden bazı parçalar koyarsa, yaptığı resmi aslında ustalarını taklite borçlu olduğunu unutur. Hırsına ve üne kavuşma arzusuna yenik düşmüş olur (s.73). Nakş, iman ile eşleştirilir. Nakşı, üslup ve imza merakı için yapanlar tamahkar olarak görülürler. Gerçek yeteneğin “altın ve ün sevgisi” ile bozulamayacağı düşünülür (s. 71).
Batılı resim anlayışında ise -en azından bu kitaba göre- ressamın eserine bir imza attığı görülür. Batılı ressamın bir üslubu vardır ki bu üslup onun hüneridir.
İkinci soru, insan gözünün gördüğünün aynı şekilde resme aktarılıp aktarılamayacağı ile ilgilidir. Doğu geleneğinde “Nakş doğrudan Allah’ın hatıralarını aramak, alemi onun gördüğü gibi görmektir” (s.89). Doğayı insanın gördüğü gibi çizmenin doğru olmadığına inanılır (s.89). Nakkaş, kendi gördüğünü değil, manevi anlamda görüneni resmeder (s. 394).
Ancak Frenk resminde resim, gözün gördüğü şekilde çizilir. Pamuk’un kitaptaki karakterlerinden biri olan Enişte Bey, gerçeğe uygun şekilde çizilen bir portre resmi gördüğünde hissettiklerini şöyle anlatır: “Yüzün bir kere olsun böyle resmedilmişse artık hiç kimse unutturamaz seni. Sen çok uzaklardayken bile, resmine bir bakan, seni yakınındaymış gibi içinde hisseder. Yaşarken seni hiç görmemiş olanlar bile senin ölümünden yıllar sonra, sanki sen karşılarındaymışsın gibi seninle göz göze gelebilirler” (s. 35). Resim bir anlamda ölümsüzlük aracı olmuştur artık…
Batılılaşmada öncü rolü üstlenen Enişte Bey dahi, bahsi geçen soruların cevapları söz konusu olduğunda kararsızlıklar ve içsel sancılar içerisindedir. Frenkler için der ki: “sanki bir salgına kapılmış gibi, hepsi kendi portrelerini yaptırıyorlardı” (s.119). Parası olanlar, hem güçlerini göstermek hem de bir hatıra bırakmak için portre siparişleri vermektedirler. Bu portrelerde; örneğin bir soylunun kendisi için önemli eşyalarının, çiftliğinin ve kızının yer alması, tablonun kendisini bir hikaye haline getirir. Enişte Bey, “padişahımız da böyle resmedilmeli” düşüncesiyle hareket ederek, Padişah’ın da izniyle, Padişahı “sahip olduğu şeylerle, alemini gösteren ve kuşatan her şeyle” resmeden bir kitabın hazırlıklarına başlar (s. 35). Bu hazırlıklar gizli yapıldığı halde, kitap ile ilgili dedikodular yayılmış, kitaptaki resimleri görenlerin taşa döndüğü söylentileri deyim yerindeyse ayyuka çıkmıştır.
Bu kitapta neler mi vardır? Sevinçleri ve korkuları resmettirdiğini söyleyen Enişte Bey’in sözleriyle aktaralım: “parayı resmettirdiysem küçümsemek içindi, Şeytan’ı ve Ölüm’ü korkuyoruz diye koydum. Ağaçlarının ölümsüzlüğü, atlarının yorgunluğu, köpeklerinin arsızlığı Padişahımız Hazretlerini ve alemini temsil etsin istedim” (s.33).
Enişte Bey, tezhiplenen bölümleri, başka kağıtlarla kapatarak, resmi diğer nakkaşlara götürmektedir. Nakkaşlar, diğerlerinin çizdiklerini görmeden Enişte Bey’in istediklerini çizerler. Bu figürler, Enişte Bey’in istediği boyutlarda yapılır ki böylece her şey sona erdiğinde perspektif kullanılan bir resim ortaya çıkacaktır. Bu direktiflere uyularak çizilen resmin ortasına ise Padişahın portresinin yerleştirileceğini Enişte Bey söyler. Bu ortaya çıkacak olan eser, Avrupalıların yaptıkları portreler gibi olacaktır (s.135).
Ancak, “İnsanı alemin merkezine koymak fikri, kağıdın merkezine Allahın niyetinden başka bir şeyi yakıştırmak” anlamına gelmektedir ki bu durum nakkaşları ve Enişte Bey’i dahi korkutmaktadır (s. 121). Merkezine örneğin bir insanın yerleştirildiği resim, duvara asılmak istenebilir. Duvara asılan resime ise bir süre sonra tapılacağı korkusu yer etmiştir (s.122).
Bu yapılan resimde, perspektifin kullanılması da bir sorun arz etmektedir. Enişte Bey’in nakkaşların birbirlerinin çizdiklerini görmemelerine özen göstermesi de perspektifin resimdeki varlığını anlamamalarını istemesindendir. Zira perspektif kullanarak resim yapmanın Doğulu anlayışta yeri yoktur. Örneğin, bir kedi ile Padişahı aynı boyutlarda çizmek yakışık almaz. Her şeyi gerçek gibi çizmek bir “Şeytan ayartması”dır. Perspektif kullanılarak çizilen “ölümlü birinin yüzü, ona bakanda, resim değil gerçek izlenimi” uyandırır ki bu da resme secde etme tehlikesi doğabilir (s. 175).
Buhari’den nakledilen bir hadise göre “kıyamet günü musavvirden yarattığı şekillere can vermesi istenecek”, ancak “hiçbir şeyi canlandıramayacağı için cehennem azabına çarptırılacak”tır. Perspektif, resime gerçeklik olgusunu katmakta ve bu yüzden hadiste haberi verilen Allah’ın gazabına uğranılacağı düşünülmektedir. Kitapta konu şöyle açıklanır: “musavvir, Kuran-ı Kerim’de Allah’ın sıfatıdır. Yaratıcı olan, olmayanı var eden, cansızı canlandıran Allah’tır. Kimse onunla yarışmaya kalkışmamalı ressamların onun yaptığı işi yapmaya kalkışmaları, onun gibi yaratıcı olacaklarını iddia etmeleri en büyük günahtır” (s.174).
Frenk geleneğindeki gibi dünyayı görüldüğü gibi resmetmek, resme imza atmak, bir üsluba sahip olmak, perspektif kullanmak; geleneksel anlayışa sahip olan nakkaşlara göre günahtır. Bunu yapanlar, “kimsenin cüret edemediği küfür ve zındıklık” içerisindedir. Kitapta geleneksel anlayışa sahip başka bir karakter olan Zarif Efendi, küfr içinde olan nakkaşlar için şöyle der: “Cehennemin en dibinde yanacaksınız. Azabınız, acılarınız hiç dinmeyecek.” (s. 27). Sipariş edilen resimden sorumlu olunmadığına dair bazı nakkaşların savunmalarına karşı ise “Bizim sorumluluklarımız, irademiz var. Ben Allah hariç kimseden korkmuyorum. O da bize iyiyle kötüyü ayırt edelim diye bir akıl vermiş” şeklinde cevap verir (s.28).
Kitapta Enişte Bey’in dışındaki diğer önemli karakter Üstat Osman’dır. Doğu’yu ve gelenekleri temsil etmektedir. Ona göre bir nakkaşın değerini belirlemede üç kıstas vardır. Birincisi, nakkaş “benim bir üslubum olsun” diye tutturmamalıdır. Dolayısıyla, “Nakkaş olarak herkesten ayrı bir edası, bir havası olsun, bunu da nakşının bir yerine Frenk üstatları gibi imza koyarak kanıtlamaya çalışıyor mu?” sorusunun cevabı önemlidir. İkincisi, nakkaşın zaman anlayışı ile ilgilidir. Üstat Osman şöyle der: “kitaplarımızı ısmarlayan şahlar ve padişahlar ölüp, ciltler el değiştirip parçalanıp yaptığımız resimler başka kitaplarda, başka zamanlarda kullanılınca bu nakkaş ne hissediyor?”. İşte bu noktada, nakşın zamanı ile Allah’ın zamanı arasındaki bağa dikkat etmek gerekir (s. 69). Üçüncüsü, nakkaşın körlüğü hususudur. Birinci ve ikincinin birleştiği yerde, körlüğün belirdiği söylenir. “Nakşın en derin yeri, Allah’ın karanlığında belireni görmektir” (s.69). Körlük bir bela değil, bütün hayatını onun güzelliğine adayan nakkaşa Allah’ın vereceği son mutluluktur (s.89).
Allah’ın alemi nasıl gördüğü bir tek kör nakkaşlar tarafından anlaşılır. Körlüğün karanlığı içinde Allah’ın manzarası belirdiğinde, eli kendiliğinden resmi kağıda geçirsin diye, bütün hayatı boyunca el alıştırması yaparlar (s.89). Kitapta verilen örneğe göre Tebriz’de körlüğü Allah’ın ihsanı, en büyük erdemi olarak gören eski usul nakkaşlardan bazıları, yaşları ilerlediği halde hala kör olamamalarından utanırlardı. Bunun yeteneksizlik ve hünersizliklerinin bir kanıtı olarak görülmesinden korktukları için kör taklidi yaptıkları, bir kör gibi bakabilmeyi öğrenebilmek için karanlıkta aynalar arasında oturup, bir kandilin soluk alevi ışığında, Heratlı eski ustaların sayfalarına yemeden içmeden baktıkları anlatılırdı (s. 91).
Doğu ve Batı’nın bu sanatsal mücadelesinde nasıl bir sonuca varılacağına da değinilmiş kitapta… Enişte Bey’in ağzından dinliyoruz bu sonucu: “kitaplarımızla, resimlerimizle kimse ilgilenmeyecek. İlgilenenler de ya hiçbir şey anlamayıp, dudak büküp, neden perspektif yok, diyecekler ya da kitapları hiç mi hiç bulamayacaklar” (s.186).
Frenk üslubunun Doğu üslubuna galip gelmesinin maddi güç ile olan ilgisini de bu noktada unutmamak gerekir. Şöyle durup düşünülürse, eğer maddi güç Doğu’da olsaydı, Doğu resim geleneği bugün popüler olur muydu? Bu soruya verilecek cevabın, Batılı kavramlar ve güzellik anlayışından arınmış bir biçimde düşünülebilmesi zor görünüyor. Güçlü olana benzeme isteği, imrenme, kıskanma, aşağılık duygusu hissetme gibi tüm duyguların karmaşık şekilde sömürülen ve sonradan modernleşen toplumlardaki varlığı, Frenk resim geleneğini yükseltmiş olabilir. Ancak kitaba göre Frenklerdeki resimler insanı içine çekmekte… Çünkü yüzünü kıyamete kadar bırakmanın yolu Frenlerin usullerinden geçmektedir. Bunun çekimi öyle güçlüdür ki Enişte Bey şöyle der: “İleride bir gün herkes onlar gibi resmedecek” (s.185).
Doğulu ve Batılı anlayışlar arasında bölünen Doğulunun ne gerçek bir Doğulu ne de gerçek bir Batılı olamayacağını vurgulayan O. Pamuk, Erving Goffman’ın düşüncelerini takip eder görünür. Zira Erving Goffman’a göre gri alanda kalmanın dayanılmaz bir acısı vardır. Kişi, ne kendisi ne de olmak istediği kişiye dönüşebilir. Kitapta da “bütün geçmişe ihanet edip, bir üslup ve Frenk tarzı bir kişilik edinmeye” kalkışılırsa başarısız olunacağı vurgusu görülür. Zira her medeniyetin kendine has üslubu bir uzmanlığı vardır. Zira “Frenk üstatlarının hünerleri asırlarla öğrenilecek bir şey”dir. Şöyle yazar kitapta: “Frenk usullerini yüzyıllarca taklit edin…taklit resimlerinize kibirle imza atın…Heratlı eski üstatlar, alemi Allah’ın gördüğü gibi nakşetmeye çalışırken bir şahsiyetleri olduğunu gizlemek için imza atmazlardı. Sizler ise bir şahsiyetiniz olmadığını gizlemek için imza atacaksınız” (s. 425). İlginçtir ki “Bütün ömürlerince şahsi bir üslupları olsun diye Frenleri taklit edecekler” ancak “Frenleri taklit ettikleri için de şahsi bir üslupları olmayacak hiç” (s. 427).
“Benim Adım Kırmızı” kitabını okurken, arka plandaki Doğu-Batı çatışmasını görmezden gelmemek gerekir. Toplumsal değişimin kolay olmadığı, birçok dinamiğin buna etki ettiğini hissettiriyor kitap… Peki bu Doğu-Batı mücadelesinin kazananı Batı’mı olmuştur? Bu soruya; sosyal, ekonomik, siyasal gibi pek çok farklı açılardan cevaplar verilebilir. Ancak bana göre Doğu-Batı dikotomisinde asıl ulaşılması gereken sonuç kitabın başlarında söylenmektedir: “Doğu da Allah’ındır, Batı da…” (s. 175)
Yararlanılan Kaynaklar:
Goffman, Erving (2014). Damga. İstanbul: Heretik.
Pamuk, Orhan (2013). Benim Adım Kırmızı. İstanbul: YKY.