Kategoriler
Siyaset

Aime Cesaire

Aime Cesaire (1913-2008), post-kolonyal eleştirinin öncülerindendir. Sömürgecilere ve Avrupa-merkezli düşünceye meydan okur. Olaylara Batı’nın gözünden değil, farklı bir açıdan da bakılabileceğini gösterir. Cesaire’nin fikirlerini anlamak için “Söylev” adlı ünlü metnine bakmak faydalı olacaktır ki kendisinin sözleri sömürgeciliğin karanlık iç yüzünü göstermesi açısından bir referans niteliğini taşımaktadır.

Aime Cesaire (1913-2008), post-kolonyal eleştirinin öncülerindendir. Sömürgecilere ve Avrupa-merkezli düşünceye meydan okur. Olaylara Batı’nın gözünden değil, farklı bir açıdan da bakılabileceğini gösterir. Cesaire’nin fikirlerini anlamak için “Söylev” adlı ünlü metnine bakmak faydalı olacaktır ki kendisinin sözleri sömürgeciliğin karanlık iç yüzünü göstermesi açısından bir referans niteliğini taşımaktadır.


İlk olarak Cesaire’nin Marksist bir düşünceye sahip olduğunu belirtmek gerekir. Belki de bu yüzden, sömürgecilik için burjuvaziyi suçlar. Ancak onun Marksist anlayışı körü körüne bir bağlılık içermez. Sömürgelerdeki milliyetçi düşüncenin, evrensel işçi sınıfı anlayışına feda edildiğini ve Batılı beyaz Marksistlerin sömürgeler söz konusu olduğunda kendi devletlerinin yanında durduklarını gördüğünde, Marksizme olan inancını yitirir. Maurice Thorez’e Mektup (1956) adlı yazısında neden artık tek başına yürüyeceğini açıklar.

Cesaire’ye göre sömürgecilik öncesi dünya ile sömürgecilik sonrası yaratılan dünya birbirine taban tabana zıttır. Zira Batı bilinçleri esir almak için sömürgecilik öncesi dönemi tarihten silmeye çabalar. Sözlerine şöyle devam eder: “Batı aydınlanması ve o çok sözü edilen ilerleme aslında propaganda edildiğinin tersine bir medeniyet yıkıcılığının ürünüdür. Bu anlamda barbar kelimesini en çok hak edenler Batılılardır. Oysa ki onlar dünyanın en
muhteşem medeniyetlerini yıkmakla kalmayıp yıktıkları bu medeniyetlerin aslında hiç var olmadığını, insanlığa muazzam değerler hediye eden bu toplumların hep geri, hep ilkel oldukları yalanını savunurlar” (s. 46).

Aime Cesaire, Batılıların “yamyam vahşiler” ve “ilkel Afrikalılar” olarak adlandırdıkları toplumların tarihte nasıl bir rol oynadığını hatırlatmak ister.
Afrika’da kurulan medeniyetlerden bahseder ve “Avrupa daha yarı barbarken, Gana’nın demir silahlarla donatılmış üç yüz bin askeri bir araya toplayabildiği”ni belirtir. Bölge o kadar zengindir ki “altın diyarı” olarak adlandırılır. Söylediğine göre “..Avrupalılar Afrika’yı ele geçirip sömürgeleştirmeye karar verdiklerinde bu ülkelerin ilkel ve budalaca bir barbarlık içinde olduğunu ileri sürmeye başladılar. Aşağı yukarı bilinçli bir
yalandı bu…” (s.51).

Cesaire, Portekizlilerin Afrika’ya geldiğinde, “dünyanın bütün öteki yerlerinden daha yaygın ve zengin bir ticaret” bulduklarını, “çağdaş mühendisleri kıskandıracak kadar üstün bir teknikle yapılmış su bentlerini”, “Piramitler kadar ve belki daha güçlü yapılmış” bir tahkimatın kalıntıları gördüklerini aktarır. Şöyle der: “Ticaret canlıydı…Portekizliler zevkli ve güzel giyinmiş kibar krallara rastladılar. Adalet yerine getiriliyor, kamu düzeni sağlanıyordu…Gine Körfezi’nde dolaşan 17. yy. gezginleri kocaman kocaman, kımıl kımıl, yaşamla dolu şehirlerle karşılaşınca düştükleri hayranlık ve şaşkınlığı anlata anlata bitiremeyeceklerdir…Bu eski, adamın içini buran ve hiç alışılmadık Afrika görüntüleriyle söze girişim, belleğimizde yer etmiş Hollywood Afrikalılarından kalma yamyamlık ve barbarlık izlenimlerini silmek için”. (s.52)

Cesaire, sömürgeciliği şöyle tarif eder: “… hepi topu bir avuç Avrupalının teknik üstünlüğüne yaslanarak adım adım bütün yeryüzünü ahtapot kolları
arasına alması, sömürmesi değil mi? Hem de ne doymaz bir iştah, ne azgın bir şiddetle…”

Cesaire; Batılılardan, kullandıkları yöntemlerden ve sömürülen toplumların içine düştükleri halden şikayetçidir. Sözü yine Cesaire’ye bırakalım: “Uğultuları duyuyorum. Bana ilerlemeden, ‘başarılanlardan’, tedavi edilen hastalıklardan, iyileştirilen yaşam standartlarından bahsediyorlar. Ben, öz suları çekilip tüketilmiş, kültürleri ayaklar altında çiğnenmiş, kurumları yıkılmış, toprakları zapt edilmiş, dinleri darmadağın edilmiş, muhteşem sanat eserleri yok edilmiş, olağanüstü imkanları ortadan kaldırılmış toplumlardan bahsediyorum. Ben, içlerine kurnazlıkla korkunun aşılandığı, kendilerine aşağılık kompleksine sahip olmanın, korkuyla titremenin, diz çökmenin, umutsuzluğa kapılmanın ve dalkavukça davranmanın öğretildiği milyonlarca insandan bahsediyorum. “

Cesaire, Avrupa’nın getirdiğini söylediği zenginlik ve ilerleme söylemini de “sahtekarlık” olarak nitelendirir. Zira ona göre “Avrupa müdahale
etmeseydi aynı ülkelerin hangi maddi gelişme aşamasında olacağını kimse bilemediği için değişim, tarih boyunca her zaman her yerde mümkündür. Ona göre eğer Avrupalı olmak gerekiyorsa, “Avrupalı olmayan kıtaların Avrupalılaşması Avrupalıların topukları altında olmaktan başka bir şekilde de başarılabilirdi” (s. 81).

Cesaire’nin kendilerinin medeni olduğunu iddia eden sömürgecilerin nasıl “insanlıktan çıktığını” anlattığı satırlar ise Avrupalıların gerçek yüzünü gösterir: “Yerlilere duyulan nefret üzerine kurulan ve bu nefret aracılığıyla meşrulaştırılan sömürgeci faaliyet ve sömürgeci fetih, kaçınılmaz biçimde onu üstleneni dönüştürmeye yönelir, sömürgeci de vicdanını yatıştırmak için diğer insanı bir hayvan gibi görme eğilimi içine girer ve kendini ona hayvan gibi davranmaya alıştırır ve nesnel olarak bizzat kendisini bir hayvana dönüştürmeye yönelir”. Gelinen bu noktaya da “sömürgeciliğin
bumerang etkisi” adını vermektedir. Bir SS elemanından, gangsterlerden ya da bir gardiyandan değil “yolun karşısındaki terbiyeli çocuk”tan söz etmektedir, yani “saygıdeğer burjuvalardan”… (s.59). Paul’ün ya da Peter’ın kişisel olarak iyi olmalarının bir anlamı yoktur çünkü sömürge düzeninin devamı için kendi rollerini oynamaya devam etmektedirler.

Cesaire sorar: “Sömürgecilik gerçekten de medeniyetlerin birbirleriyle ilişkiye geçmelerini sağladı mı?”. Bu soruya verdiği cevap “hayır”dır. Ona göre “sömürgecilikle medeniyet arasında uçsuz bucaksız bir mesafe vardır,
yürütülen bütün sömürge seferlerinden, düzenlenen bütün sömürge statülerinden bakanlıklardan gönderilen bütün muhtıralardan tek bir insani değer oluşamaz”. Şöyle devam eder: “Önce, sömürgeciliğin sömürgeciyi nasıl medeniyetten çıkardığını, kelimenin tam anlamıyla onu nasıl vahşileştirdiğini, alçalttığını, gizli içgüdülerini, açgözlülüğünü, ondaki şiddeti, ondaki ırksal düşmanlığı ve ahlaki alçaklaşmayı nasıl uyandırdığını incelemeliyiz. Ve her seferinde göstermeliyiz ki; Vietnam’da her kafa kesilişinde, ya da göz çıkartılışında ve Fransa’da bu duruma razı
olduklarında; küçük bir kız çocuğuna her tecavüz edilişinde ve Fransa’da bu duruma razı olduklarında; Madagaskarlıya her işkence yapılışında ve Fransa’da bu duruma razı olduklarında; medeniyet bir başka ezici yükün altına giriyor, evrensel bir gerileme başlıyor, bir kangren oluşuyor, hastalık mikrobu yayılmaya başlıyor. Ve çiğnenen bütün bu anlaşmaların, propagandası yapılan bütün bu yalanların, hoş görülen bütün bu acımasız seferlerin, bağlanan ve “sorgulanan” bütün bu mahkumların, işkence
yapılan bütün bu vatanseverlerin, cesaret verilen bu bütün ırksal kibrin ve sergilenen bu bütün kendini beğenmişliğin sonucunda, Avrupa’nın damarlarına damla damla bir zehir akıtılmaktadır. Kıta, ağır ağır ama kesin olarak barbarlığa doğru ilerlemektedir”.

İşte tam da bu noktada, Cesaire daha önce söylenmemiş bir şeyi söyler. Avrupalı canavarlaştıkça, yaptığı barbarlıklar bir “bumerang” gibi kendisini vurur. Nasıl mı? Nazizm ile… Evet Cesaire, Nazizmi Avrupa’nın kendisinin yarattığını söyler. Halbuki Avrupa kendisini Nazizmin kurbanı olarak göstermektedir. Durumu şöyle izah eder: “Ve sonra güzel bir günün birinde burjuva, dehşet verici bir bumerang etkisiyle uyandırılıverir:
Gestapo meşgul, hapishaneler dolu, işkenceciler işkence tezgahının etrafında yeni yöntemler icat etmekte, bu işkence yöntemlerini daha rafine hale getirip, tartışmaktalar. İnsanlar şaşkın, öfkelenirler. “Ne tuhaf! Ama boş ver -Nazizmdir, gelir geçer!” derler. Ve beklerler ve ümit ederler ve gerçeği kendilerinden saklarlar. Yani bunun bir barbarlık olduğu gerçeğini, muazzam bir barbarlık olduğunu, günlük barbarlıkların birikmesiyle oluşan en yüksek barbarlık olduğunu…
Onun Nazizm olduğunu, evet…
Fakat Nazizmin kurbanı olmadan önce onun suç ortağı olduklarını, Nazizm onların üzerine yüklenmeden önce onu hoş gördüklerini, onu temize çıkardıklarını, onu görmezden geldiklerini, onu meşrulaştırdıklarını…
Çünkü o zamana dek, Nazizmin yalnız Avrupalı olmayanlara uygulanmış olduğunu; Nazizmi kendilerinin besleyip büyüttüklerini, ondan sorumlu olduklarını… Ve Nazizm bu Batılı Hıristiyan medeniyetini irinli sularında boğmadan önce onun her çatlağından sızdığını, her kılcalından kendine bir yol bulup fışkırdığını…işte bütün bunları hep kendilerinden saklarlar.
Evet, Hitler ve Hitlerizm tarafından uygulanan tedbirleri ayrıntılı olarak ve soğuk bir biçimde incelemek ve 20. yüzyılın o ayrıcalıklı, hümanist, Hıristiyan burjuvasının farkında olmaksızın içinde bir Hitler taşıdığını, Hitler’in bu burjuvanın içinde yaşadığını, Hitler’in onun kötü ruhu,
içindeki şeytan olduğunu, eğer ona küfrederse tutarsız olacağını, ve aslında, Hitler’de affedemediği şeyin suçun kendisi değil, insanlığa karşı olması da değil, insanın küçük düşürülmesi de değil; beyaz adama karşı işlenmiş bir suç olması, beyaz adamın küçük düşürülmesi, yani o vakte kadar
yalnızca Cezayir’in Araplarına, Hindistan’ın kulilerine, Afrika’nın zencilerine reva görülen sömürgeci muamelenin bu sefer Avrupa’ya uygulanması olduğunu ifşa etmek harcanan çabaya değer bir şey olur” (s.69-70).

Cesur açıklamalarına devam eden Cesaire’ye göre “sömürgeleştirmeyi meşrulaştıran bir ulus, zaten hasta bir medeniyettir; ahlaken sakatlanmış bir medeniyet. Karşı konulmaz biçimde bir sonuçtan diğerine ilerleyen bir medeniyettir; öyle bir medeniyet ki bir yadsımadan diğerine, kendi Hitler’ini çağırır durur, yani kendi cezasını”. (s.72)

Avrupalıların barbarlaştığı gerçeğini yine kendilerinin sözleriyle örneklendirir. Mesela Cezayir’i işgal edenlerden biri olan Montagnac şöyle demektedir: “Beni zaman zaman rahatsız eden düşünceleri aklımdan çıkartmak için bazı kafaları kestiriyorum, enginarların kafalarını değil, insanların kafalarını.”. Count d’Herisson’un sözleri de tüyler ürperticidir: “Oradan gelirken mahkumlardan çifter çifter toplanmış bir fıçı dolusu kulak getiriyoruz.” Saint Arnaud’un da farklı konuşmaz: “Yakıp
yıkıyoruz, yağmalıyoruz, evleri ve ağaçları yok ediyoruz.”. General Gerard’ın da şu sözlerini alıntılar: “Yerli silahlı adamlar sırf erkekleri öldürmek için emir almışlardı, fakat onları kimse engellemedi, kan kokusuyla kendinden geçmiş bir şekilde, tek bir kadının ve tek bir çocuğun bile canını bağışlamadılar…Akşamüzerine doğru hararet hafif bir sisin yükselmesine neden oldu: Şehrin hayaleti, batan güneşte buharlaşan şey, beş bin kurbanın kanıydı.” (s. 73-74).

Cesaire’nin sözlerini daha detaylı ve derinlikli okumak gerekir. Zira fiili olarak sömürgecilik çağı bitmiş olsa da gizli sömürgeciliğin devam ettiği, ABD’nin ve diğer Batılı devletlerin farklı maskeler altında hala sömürüye devam ettiği de bir gerçek. Ayrıca zihinlerin sömürgeleştirildiği bir dünyada yaşadığımızı da unutmamak gerekir. Bu yüzden Cesaire’nin sözleri 70 yıl önce söylenmiş olsa dahi hala güncelliğini korumakta…

Dr. Hümeyra Türedi

Yararlanılan Kitaplar:

Cesaire, A. (2015). Söylev. (ed.) Güneş Ayas, içinde Barbar Batı, İstanbul: Doğu Yayınları.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir